Fatıma Neşe Tuna
1963 Düzce doğumlu. Konya ve Ankara’da yaşadı. Halen İstanbul’da ikamet etmektedir. Yedi çocuk annesidir. Ailece, 1999-2002 yılları arasında aylık “Adak Çocuk” dergisini çıkardı. Yazarın, çocuk eğitimi ile ilgili “Göz Aydınlığı Çocuklar İçin Anne Babalara Tavsiyeler” ve hayata dair “Meryemler Mabedi Terkederse” adlı iki kitabı daha bulunmaktadır.
Kanser hastalarına ve yakınlarına.
Tedavi sürecinde hep yanımda olan eşim, çocuklarım, gelin, damat ve torunlarıma.
Dualarının etkisini her daim üzerimde hissettiğim akrabalarıma, arkadaş ve dostlarıma.
Tedavimde emeği geçen doktor, hemşire ve sağlık çalışanlarına.
İlgisi, bilgisi ve müdahalesiyle bu süreci kolay bir şekilde atlatmama vesile olan Prof. Dr. Müjgan Çalışkan Hanımefendi’ye.
Bir hasta yakını olarak bizimle duygularını paylaşan değerli Halise Mutlu ve Zeliha Atalay kardeşlerime.
Hastalıktan aldığı mesajı dile getiren sevgili Şeyma Demirkol kardeşime.
Kitabın taslak halini okuyarak, faydalı olacağına dair beni motive eden sevgili Selva Zeyveli ablama, Aydan Öner, Ruhizar Ateş, Canan Kalaycı ve Hatice Yıldırım kardeşlerime.
Hastalık sürecimde tecrübelerinden faydalandığım Nuriye Taşan ablama, Arzu Sanfo ve Neval Aktaş kardeşlerime.
Yol bazen çok uzunmuş gibi gelir insana.
Yapılacak şeyleri yaymışsındır daha yaşayacağını sandığın hayatına.
Kafanda hayata dair bir plan vardır.
Bir gün aniden bir şeyler oluverir.
Birden yolunun kısaldığını anlarsın.
Her an başka başka nedenlerle seni bulabilecek “son” düşüncesi daha da yakınlaşmıştır sana.
Sığdırmaya çalışırsın kısalan yoluna, uzunca gördüğün yol için düşündüklerini.
Olmaz, olamaz bir türlü... Zamanla olacaklar vardır; bazı şeyler için beklemek gereklidir.
Yolu beraber yürüyeceğini düşündüklerini yarı yolda bırakacak, elinden tutman gerekenlerin elini bırakacakmışsın gibi hissedersin.
Yolun kısaldığını sevdiklerine söylediğinde, onların üzüleceğinin hüznünü yaşarsın bir zaman.
Belki gidilecek yol hâlâ uzundur ama, senin desteksiz gidebilecek gücün yoktur artık.
Beraber yürüyeceklerine dayanır, elinden tutacaklarının elini tutarsın.
Kısalan yolda “ne yapsam daha iyi olur”da tıkanır kalırsın bazen.
Dua edersin.
“Yapabileceklerimin en hayırlısını yapma gücü ver Rabbim!” der ve içine doğacak ilhamları, önüne çıkacak imkânları beklersin umutla.
“Yol kısaldı” düşüncesiyle hayatında apar topar bir şeyleri değiştirmenin, son anda aklını başına almanın mahcubiyetini yaşamamak rahatlatır seni.
Ama verilen bu kadar nimetlere karşılık şükrünün azlığına üzülürsün. Ve şükredecek zamanın kısaldığına...
“Son namaz gibi” kılamadığın namazlarına, son namazın yaklaştığı düşüncesiyle daha bir özen göstermeye çalışırsın. Sayılarını artıramasan da kalitesini artırmaya gayret edersin.
Geriye dönüp bakarsın; “zamanında” yaptıklarına sevinir, ertelemenin ne kadar yanlış olduğunu yaşayarak anlarsın.
Çevrendekilere her şeyin zamanında yapılması gerektiğini, yapmaları gerekenleri ertelememelerini ve geciktirmemelerini hatırlatırsın.
Her şeyi iman ile Allah’a teslimiyet ile çözmenin verdiği ayrıcalık ve lütufla “keşke”siz bir hayatın mutmainliğini yaşarsın.
“Ölümü hatırlattığı için hastalığı,
Rabbime kavuşma arzumdan dolayı ölümü seviyorum” sözü tercüman olur duygularına.
Akıl ve duygularının karmaşıklaştığı zor bir dönemeçte bilgin yol gösterir imanına.
Artık yaşama vaktidir anladıklarını, anlattıklarını...
Duaların daha bir içten, duyguların daha bir derinden olur:
“Dünya musibetlerini küçük gösterecek sağlam bir iman ver Rabbim!
Sabır ve rahmetini yağdır üzerimize!”
Eyüp (as)’ı ilk defa bu kadar yakın hissedersin. Onun duası ilk defa bu kadar senin olur:
“Bana gerçekten bir hastalık isabet etti. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.” (Enbiya Suresi 83. Ayet)
Bazen bir konuda çok şeyler okur, çok şeyler dinleriz. Kafamızdaki bilgiler darmadağınıktır ve her birini nereye oturtacağımızı bilemeyiz. 2020 sonunda bana kanser teşhisi konulduktan sonra edindiğim bilgileri derleyip toplayıp yazıya geçirerek bunlardan başkaları da faydalansın istedim.
İşte bu yüzden bu kitabı önce kendim için; sonra, aynı hastalıkla karşılaşıp farklı duygular yaşayan, duygularının adını koyamayan, başkalarına anlatamadığı gibi kendi bile anlamakta zorlanan, tedavi konusunda nasıl bir yol izleyeceklerini bilemeyen, alternatif tedaviler ile kafası karışanlar için yazdım.
Hastalık hakkında birçok kitap okudum. En çok ilgimi çekenler hastalığı bizzat yaşayanların yazdığı kitaplar oldu. Bunlar duygularıma tercüman oldu çoğu zaman.
Hastalıkla ilgili izlediğim videolar ise genellikle uzman doktorların hastalık hakkındaki bilgilendirmeleriydi. Bunlar da tedavi sürecini daha bilinçli geçirmemde faydalı oldu.
Hastanenin bekleme salonlarında, kemoterapi ünitelerinde, kanserin her türünü yaşayan hastalar gördüm, onlarla konuştum, tecrübelerini dinledim ve hastalık hakkında bilgi almaya çalıştım.
En önemlisi de, bu hastalığı diğer kanser hastaları gibi hem bedenen, hem ruhen tüm yönleriyle yaşadım.
Bilginin üç seviye olduğunu biliyoruz:
İlme’l yakin, ayne’l yakin, hakka’l yakin: bilerek, görerek, yaşayarak öğrenmek.
Elma üzerinden örnek verecek olursak: elmayı bilmek, elmayı görmek, elmayı yemek gibi.
Hastalığım süresince doktorların kendi yaşamadıkları bir hastalığı asla anlayamayacaklarını fark ettim.
Hastalık hakkında her şeyi bilebilirler.
Her çeşit hastayı görüp, tedavi edebilirler.
Ama o hastanın neler yaşadıklarını asla anlayamazlar.
Elmayı tatmayanın tadını anlayamayacağı gibi…
“Damdan düşen gelsin” diyen Nasrettin Hoca’yı da daha iyi anladım. Kendisini tedavi edecek birinden çok, hâlini anlayacak birini istiyordu.
Doktorlar sadece bilgi ve tecrübeleri dahilinde yapmaları gerekenleri yapıyorlardı. Onlardan hastalık hakkında gerekli bilgilendirmeler, açıklamalar, güler yüz ve tatlı dil bekleyebilirdik sadece.
Ancak benim yaşadıklarımı yaşayanlar derdimi, fiziksel ve psikolojik sıkıntılarımı anlayabilirlerdi.
Hastalık hakkında gerekli teknik bilgiler doktor ve hemşireler tarafından verildiği için onlara burada fazla yer vermedim.
Bu kitapta, hastalık boyunca yaşadıklarımı ve hissettiklerimi anlatmaya çalıştım. Ayrıca bu süreçte okuduğum kitaplardan faydalanacağınızı umduğum alıntılara yer verdim.
Bu hastalığı yaşayanların zaman zaman satırların arasında kendilerini bulacaklarını umuyorum.
Bir nebze duygularına tercüman, dertlerine ortak olabilmişsem, kendilerini yalnız hissetmemelerini sağlayabilmiş ve inançlı bir insanın hastalıkla imtihanını anlatabilmişsem, kitap amacına ulaşmış demektir.
Bunun için Rabbime hamd ederim.
Başarı sadece O’ndandır. O’nun verdiği akıl, imkân ve fırsatlar sayesindedir.
Kitap boyunca aşağıdaki kitaplardan alıntılara yer verdim. Yaptığım alıntıları kitap numarası ve sayfa numarası ile belirttim. Örneğin Anti Kanser kitabından yaptığım bir alıntının sonuna (2/122) ifadesini ekledim.
Atlıkarıncada Bir Tur Daha, Tiziano Terzani, Pan Yayıncılık
Anti Kanser, David Servan-Scheiber, Varlık Yayınları
Dervişin Teselli Koleksiyonu, Mecit Ömür Öztürk, Hayy Kitap
İnsanın Anlam Arayışı, Viktor Frankl, Okuyan Us Yayınları
Huzuru Bulmak, J.P. Moreland, Terapi Kitap
Hastalıklar Öğretmendir, Uzm. Dr. Elif Güveloğlu, Hayy Kitap
“Kanser insanda 5 ila 40 yıl arasında gelişir.” (2/122)
İki saatlik şiddetli bir baş dönmesinden iki gün sonra vücutta hissedilen büyükçe bir kitle.
Sanki kendini hissettirmeden gizlice bir yerde büyümüş ve aniden yerinden oynayarak ortaya çıkmıştı.
Tahminim kötü huyluydu ve benim ölüme yaklaştığımın habercisiydi bu kitle. Tedavisi zordu ve ben kemoterapinin yan etkilerinin insanların nasıl bağışıklığını düşürüp kalitesiz bir hayat yaşattığını çok iyi biliyordum. Bu tedavi seçeneğini düşünmem biraz zordu. Alternatif tedavi olarak sunulan seçeneklerin hastalığı iyileştirdiğine dair somut bir kanıt da yoktu.
Ne yapabilirdim bu durumda? Kimseyi tedirgin etmeden başıma gelecekleri sabırla bekleyip ölüme kendimi hazırlamalıydım.
Zaten çok yaşlanmayı istemiyordum. İsteğimin cevabı, kabul edilmiş bir dua olabilirdi belki de bu hastalığım. Beni dünyaya bağlayacak çok önemli bir şey de yokken sanki tam zamanıydı ölümün. Bu benim düşüncelerimdi, ama gerçekte hakkımda neyin hayırlı olduğunu, tedavi olmazsam nelerle karşılaşacağımı bilmiyordum.
Ölümü bu kadar yakın ve sevimli hissetmişken tekrar hayata dönmek istemiyordum. Ama Allah’a karşı bir sorumluluğum vardı ve kendimi ölümün kollarına atmamın benim hayattan, sorumluluktan kaçmam anlamına geldiğini -istemeyerek de olsa- düşünmeye başladım.
Yaklaşık on gün sonra bir büyüğüm, kıymetli bir ablama yazdım durumumu. Eşime ve çocuklarıma söylemem gerektiğini, onların bana yardımcı ve destek olacağını söyledi.
Onlara söylediğimde mutlaka hemen bir şeyler yapmak için koşturacaklarını çok iyi biliyordum. Bu benim hiç istemediğim hastane koridorlarında “sürünme” serüvenimin başlangıcı demekti.
Eşime durumu gayet basit bir şekilde anlattım. Çocuklara hemen söylemeyip belli tetkiklerden sonra, durum netleşince onlara haber verme kararı aldık.
Kısa bir zaman sonra en kestirmeden sonuç almak için birkaç görüntüleme ve inceleme, tanıdık ehil kişilere danışma ile kötü sonuç ortaya çıkmaya başladı. Tabii ki bu kadar önemli ve zor bir hastalığın teşhisi ve tedavisi için daha ileri tetkikler gerekiyordu.
Bu safhaya başlamadan önce iki büyük oğluma durumu anlattık. Şaşırmak, üzülmek gibi duygular hızlıca geçilerek çare aramak, süreci iyi yönetmek ile ilgili acil kararlar alındı.
MR (Emar), biyopsi, diğer organlara sıçrayıp sıçramadığını anlamak için yapılacak PET denilen görüntüleme gibi işlemlerin sonucunu beklerken bir yandan da bitkisel destek almaya başladım ama kimse bitki tedavisinin iyileştireceğine dair somut bir kanıt söyleyemiyordu.
Kızlarım daha duygusal oldukları, küçük bebekleri varken etkilenmeleri daha fazla olacağı için onlara haber vermeyi yine ortak kararla erteledik. Hastaneye gittiğimi biliyorlardı fakat ne olup bittiğini tam olarak kestiremiyorlardı.
Sonuçlar kesinleşip tedavi için birkaç farklı hastanedeki doktorlar ile görüşüp yol haritası çizilince, durumumu artık hepsi evli ve çocukları olan dört kızıma ve en küçük oğluma da usulünce söyledik.
O günlerde başka şehirde oturan kızım tatile gelmişti ve yanımızda kalıyordu. Sık sık hastaneye gittiğimizi görüyordu. Babaları ve abileri diğerlerine söylemişti. Yanımdaki kızıma da ben beraberce bulaşık yıkarken alıştıra alıştıra söylemeye çalıştım. “Sonuç kötü huylu bir kitle” dediğim anda yıkamaya çalıştığım fırın tepsisini dehşetle elimden çekişini hâlâ unutamıyorum.
Başka şehirde görevli olan küçük oğluma söyleme konusunda biraz zorlanacaktım. O sıralarda eşi yanımdaydı ve ona söyleme görevini ortanca oğlumun hanımına verdik. Küçük oğlumun eşi, haberi öğrendiğinde duygularını şöyle dile getirmişti:
“Annemin rahatsızlığını öğrenmeden önce bir şeylerin ters gittiğini, bir sorun olduğunu fark etmiştim. Fakat tam olarak ne olduğunu kestiremiyordum. Söylemek için yanıma geldiklerinde yüz ifadelerinden dolayı “bir şey oldu değil mi?” dedim. Tabi vermesi zor bir haber olduğu için bana söyleyen ablam da bu konuda oldukça zorlanıyordu. “Annem mi?” diye sorup “Evet” cevabını alınca içime bir şeyler oturdu sanki. Böyle bir rahatsızlık benim aklımda hep ölüm olarak kalmıştı. Ne düşüneceğimi bilemedim, annemle nasıl konuşacağımı da. Öğrendikten sonra ilk söylediğim şeylerden biri “Ama biz çok uzaktayız, biz ne yapacağız?” cümlesiydi. Eşime nasıl söyleyecektim. O kahrolur… “Arayalım, İstanbul’a çağıralım, burada öğrensin, annesinin yanında olmalı” dedim."
Büyük kızım hastalığımdan üç ay sonra haberdar olunca içinin acısını şiirle ifade etmişti:
DAĞILMA
İçime doğan şiir fısıltılarıyla
Uyanıyorum nicedir
Fecr vakitleri…
Hangi kelimeleri usulca gömeyim,
Hangilerini dirilteyim kalemimle
Bilemiyorum…
Derinliği ne kadardır uçurumların
Hiç hesaplanmış mıdır?
Yeryüzüne inen karlar kadar
Kelimeler yığsak,
Aramıza giren boşluğu
Hangi kelime kapatır?
Kim taşıyabilir annelerin yaralarını
Yine annelerden başka?
Nehirden saraya akan yavruların sandıklarına kim sarılır?
Anneler yerine şimdi biraz da
Yavruların yürekleri boşalır.
Sen bırak hüzünlerini biraz anne!
Dağılmışlıklarını toplar her bir çocuğun.
Düşünme derinden derine öyle
Şahidiyiz özenle yaşanmış zamanların.
Korkuyorum, gelecek bir vakit yitirmekten heyecanlarımızı.
Bir sabah kolum kalkmazsa yaşamaya bin bir umutla
Toparlayamayacak kadar dağılırsam bir akşam.
Korkularımı toplayıp yığsam önüne,
Yine bin bir umut söyleyecek sözün vardır elbet, bilirim…
İlk duamı öğrettiğin gibi, her vakit edecek dualarımı da öğrettin…
Yine de, bu kadar yükü bir başına omuzlama.
Ayır ağrılarından biraz da bana…
Paylaştır endişelerini, dağıt hüzünlerini dağılan anlarımıza…
Sonra topla bizi dualarınla…
Doya doya yaşamayı diledik biz hep yanı başında…
Gençliğimizin deli rüzgârlarında savrulmadık kollamalarınla.
Ve hâlâ küçüğüz;
Bilmiyoruz nasıl kollanır
Şimdi gençlik
Fırtınalarda…
Bilmiyoruz,
Her şeyin ne de çok bilindiği
Bu çağda…
Fotoğrafların ardına saklanılan
Anneliklerden yorulduk.
Onca telâşede
Sade yorgunluklar biriktiren anneleri
Yine, yeniden
Özler olduk…
Raziye Nur Özköse - 18 Ocak 2021
O zamana kadar kendileri veya yakınları aynı hastalığı yaşamış arkadaş ve tanıdıklarla bir fikir almak için konuşmuş, onları haberdar etmiştim. Kızlarım da öğrendikten sonra kardeşlerimize ve yakınlara yavaş yavaş duyurmaya başladık.
Vücutta bilinmeyen bir nedenle ciddi bir arıza meydana gelmiş ve tamirat işlemleri başlamıştı.
Bir makine olsaydım her şey işte bu kadar basit olurdu.
“Herkes öleceğini bilir, fakat biz hissederiz.” (2)
Ama bizim bir de duygu dünyamız vardı.
Hayallerimiz, üzüntülerimiz, sevinçlerimiz, beklentilerimiz, umutlarımız, korkularımız ve gözyaşlarımız...
Öleceğin zamanı bilmemenin çok büyük bir nimet olduğunu söyleriz her zaman. Önünde yaşayacak uzun bir zamanın olduğunu bilsen de belli bir yaşta öleceğini bilmek sınırlar ve sıkıntıya sokar insanı.
Normal olarak yaşarken sonunda öleceğini bilirsin ama önünde sınırsız bir zaman vardır sanki. Ama seneyle, yaşla sınırlandığında birden kısaldığını hissedersin.
Kemoterapi alarak birkaç sene kalitesiz, hasta, muhtaç yaşamaktansa daha kısa fakat daha kaliteli bir yaşayışı tercih ediyordum başlarda. Duygusal ve daha kolay bir tercihti bu. Hastanelerin sıkıcılığından, sıkıntılarından uzak, her defasında kemoterapinin vücuda verdiği, insanın yavaş yavaş bittiğini hissettirecek yan etkilerini yaşamadan, yakın bir ölümü beklemek. Tevbe, şükür ve dünyaya veda edecek birinin yapabilecekleri ne varsa yapmaya çalışarak.
Süreçteki tüm kararları artık eşim, iki büyük oğlum ve ben konuşup istişare ederek, araştırarak veriyorduk.
“Oy birliğiyle karar verilmiştir kemoterapiye. Uzun ve zorlu bir süreç. Sabır ve dua ve umut... Ölümle aran biraz açılmış, hayatta kalmak adına adeta öldürmeyen ama süründüren bir tedavi programının altına imzanı atmışsındır. Tedavinin faydasını görebilmek için inanman gereklidir, fakat sen ancak ikna olabilmişsindir.”
Doktorlar gözlerinden ve sözlerinden anlamaya çalışırlar iyileşecek hastayı. Zihnen iyileşmeye odaklanan hastalardan daha olumlu sonuçlar alırlar. İyileşmeyi istemek için hastayı dünyaya bağlayacak, yaşama sevincini diri tutacak, çok önemli hedefleri olmalıdır. Küçük çocuğunu büyütebilmek, evlenecek gençlerin mürüvvetini görmek, bazıları için bir kariyer tamamlama isteği vs.
Çocuklarını büyütüp evlendiren ve hayatta bunlar gibi önemli işleri bitiren bizim yaşlardaki insanların ise zihnen hastalıktan kurtulma istekleri ve bunun için çabalamaları daha zayıf olur.
Torunları görmek, onların büyümelerine, evlenmelerine şahit olmak güzeldir fakat kendi çocuklarındaki kadar hayata bağlama etkisi yoktur.
Her bir çocuğumun bana ihtiyacı olmadan gerçekleştirdikleri işleri görünce çok sevindiğimi hatırlıyorum. Özellikle en küçük çocuğumda, ölsem de gam yemem artık demiş, işlerini kendisi yapabiliyor diye nasıl da rahatlamıştım.
Yaşımın ilerlemesi ve hastalığın ilk teşhisindeki “ölüme yakınlık” duygularının baskınlığından dolayı artık hiçbir nedenin beni tekrar hayata bağlayamayacağını hissediyordum. Fakat tedavi sürecimi kolaylaştıracak, beni tekrar hayata bağlayacak önemli bir neden bulmalıydım…
Anneler ve çocukları arasında farklı bir bağlılık ve duygusallık oluyor. Hastalığımın ilk zamanları onlar için çok üzülüp ağladım. Onlar hastalığımı duyduklarında üzülecekler ve ölürsem annesiz kalacaklar diye.
Bir anneyle dünya hayatının büyük bir kısmını, en azından çocuklarını evlendirinceye kadarki kısmını beraberce yaşamak çok imtiyazlı, çok avantajlı bir nimet. Onun tecrübelerinden, tavsiyelerinden, yol göstermelerinden yararlanmak insana farklı bir güç katıyor.
Annem hâlâ yaşıyordu ve biz onun varlığından mutluluk duyuyorduk. Çocuklarımla anneannelerinin arası çok iyiydi ve o onların hayatlarına farklı bir anlam katıyordu. Bunlar aklıma geldikçe çocuklarımın ve torunlarımın kısa zaman içinde bu duygulardan mahrum kalacağını düşünüyordum ve bu da gayr-i ihtiyari gözlerimden yaşların süzülmesine neden oluyordu. Babaanneleri benim yaşlarımda vefat etmişti ve o onların hayatında neredeyse hiç olamamıştı.
Çocuklarımdan, torunlarımdan kızaran gözlerimi, bastırdığım duygularımı saklamakta güçlük çektim çoğu zaman.
“Kaç gözyaşı kaçırdım üzmemek için,
Kaç kez düğümlendi hıçkırıklar boğazımda.”
Ben ölüp gidecektim ve onlar bu hayatın dertleriyle uğraşacaklardı. Yaşlanıyordum ve hasta olmasam da yardımım fazla dokunamayacaktı. Onların benden böyle bir beklentileri de olmayacaktı zaten. Ama varlığımla yokluğum arasında çok önemli değişiklikler olacaktı. Anne olmadan baba evinin çok da sıcak olmadığını herkes bilir. Çocuklarını, torunlarını bekleyen en çok annedir, onların gelmesiyle mutlu olan, onların her türlü gürültü patırtısına katlanan, ses çıkarmayan yine odur.
Annem seksen yaşlarında olmasına, biz ondan bir şey beklemememize rağmen son senelerde çocukları ve torunları geldiğinde onlara hizmet edemediği, onlara yemekler yapıp yediremediği için hâlâ hayıflanır.
Anne bir başkadır. Karşılıksız seven, her şeye rağmen seven ve düşünen annedir. Ve o gittiğinde ardında koca bir boşluk bırakır:
Annenin ölümü bir ülkenin başkentinin düşmesi gibidir.
Herkes salonda olsa da kimse yok gibidir.
Çamaşırlar yıkansa da sanki kirli gibidir.
Sezai Karakoç
“Bilim hayatı klonlamayı beceriyor ama hayatın anlamını dile getirmekten aciz. Tıp ölümü geciktiriyor ama bize ölümden sonra ne olduğunu söyleyemiyor.” (1/428)
İmanın; hayatı ve ölümü anlamanın, anlamlandırmanın ne kadar önemli olduğunu böyle durumlarda daha iyi anlıyor insan. Bu dünyada herkesin başına bir şeyler geliyor. Deneneceğimizi, sabredenlerin kazanacağını bildiriyor Rabbimiz Kitabında. Bütün bu yaşananların nihayetinde bir imtihan sorusu olduğunu biliyoruz. Bizden bu soruları doğru cevaplamamız isteniyor. Nasıl ki ibadetleri yapmamız, yasaklardan kaçınmamız gerekiyorsa başımıza gelen sıkıntıları da sabırla karşılamamız gerekiyor.
Hastalıkların, sıkıntıların elbette nedenleri olabilir. Bunları ortadan kaldırmak, sağlıklı, huzurlu yaşamak için çabalamak, çareler, şifalar aramak elbette gereklidir. Ama her şey her zaman elimizde değildir. Sağlık ve afiyet isteriz, dua ederiz ama hastalık ve sıkıntılarla karşılaştığımızda da sabretmemiz gerektiğini biliriz.
Yazarların kendi kanser serüvenlerini anlattıkları bazı kitaplarda -özellikle yabancıların- bir dine bağlılıkları olmayanların nasıl da acınası hallerinin olduğunu gördüm. Bu yüzden en çok imanıma şükrettim. İnancın birçok şeyi çözdüğünü görmesine rağmen, inanmak istediği halde inanamayanlar, kanser haberini aldıktan sonra hayatın anlamını sorgulayıp, kim olduğunu anlamaya çalışanlar, kafalarında çizdikleri bir tanrı inancını bulamadıkları için o kadar arayışları boşa gidenler ve hidayete bir türlü ulaşamayanlar...
Her hikâyeden alınacak dersler vardır.
“Hayatın anlamı” arayışı içinde olanların bir şekilde hidayete ereceklerini umardım. Yıllarca süren bir arayış hikâyesinin hüsranla bittiğini gördüm (Atlıkarıncada Bir Tur Daha). Tabii ki herkes gibi o yazar da aradığını bulduğunu zannederek son günlerini kendince dağ başında yapayalnız huzur içinde geçirmişti. Hesabı olmayan, sadece dünyayla ve ölümle sona eren bir hayat. Kendi mantığıyla çizdiği bir tanrıyı ve hayatı bulma arayışı. İnsanlar bu şekilde bulabilecek olsalardı peygamberler ve kitaplar göndermezdi Allah. Baştan sınırlandıracak bir hayat anlayışı kabullenilmeyince Yaratan tarafından gönderilmiş bir Kitap’a bakma fikri bile olmuyor. Oysa böyle ciddi bir konuda değil gerçek bir iman, “ya ahiret varsa” gibi küçük bir şüphe veya tereddütün bile insanı düşündürmesi ve harekete geçirmesi gerekir.
Peygamberler geldiği zaman çevresindekilerin kendi kafalarında oluşturdukları Peygamber inancı ile “peygamber dediğin şöyle olmalı, böyle olmalıydı” gibi yanlış sorgulamaları ve ısrarları onları cehaletin, delaletin karanlığına sürüklemişti.
Akletmemiz emredilmiştir ama insanın aklına, heva ve hevesine tapması onun kötü sonunu hazırlar.
Aklı yaratanla vahyi gönderenin bir olduğunu kavrayıp, aklı vahye dayandırdığında doğru istikamette gidileceğini bilenler ancak, kurtuluşa erer.
“İşin püf noktası, her zaman en iyiyi ummak ama en kötüye hazır olmaktır.” (2)
İnsan hastalıkları duysa da başına gelmeyince fazla ilgilenmiyor, inceleme gereği duymuyor. Kulaktan duyma bilgilerle geçiştiriyor. Ama hasta olan çok yakınında biri veya kendisi ise neredeyse bir uzman kadar teorik bilgiye sahip olabiliyor.
Eşim, çocuklarım ve benim için de böyle oldu. Hemen internetten araştırmaya, konu ile ilgili çeşitli kitaplar ve makaleler okumaya koyulduk.
“Hastalıkları hakkında daha iyi bilgi edinen, bedenlerine ve zihinlerine özen gösteren ve sağlıklarını düzeltmek için ihtiyaç duydukları şeyi elde eden insanlar, bedenin kanserle savaşacak yaşamsal işlevlerini harekete geçirebiliyorlar.” (2/29)
Genelde bilgiler çok faydalı olsa da bazıları moral bozucu olabiliyordu. Oysa morali yüksek tutmak iyileşme sürecinde çok önemliydi.
Kanser tedavisi gören bir arkadaşımın doktoruna “moral çok önemli imiş değil mi?” diye sorması üzerine doktorun agresif bir şekilde “ne morali sen kansersin!” demesi,
Okuduğum bir kitapta;
Doktor: “Kanser iyileşmez, bunu kafanıza sokun!” (1) cümlesi,
Tedavi sırasında %90 engelli gibi olma, sonrasında ise % 40 engelli kalabilme ihtimali ve buna benzer bilgiler ve duyumlar her şeye hazır olma açısından elbette önemliydi. Ama bir o kadar da umudun zayıflamasına sebep oluyordu.
İyileşmeyi istemek bir hastalıktan kurtulmanın yegâne kuralıdır.
Pozitif bir kişiliğe sahip olmak, iyimserlik, insana iyi gelir ama her şey gibi onlar da mutlaka dengede olmalıdır. Her şeyde olumlu düşünmek, güçlü ve pozitif görünmek için fıtrat zorlanmamalıdır. Bazen hüzünlenmek, acizliği hissetmek gerekir.
Duygular zamanında yaşanmalı, yaşanmayan duyguların zamanla vücuda zarar verebileceği unutulmamalıdır. Yakın birinin ölümünde ilaçlarla sakinleştirilip uyutulmasının yanlış olduğu, ağlamasının ona iyi geleceği, duyguları zamanında yaşamasının önemli olduğu söylenir halk arasında da.
On sene öncesinde bu hastalığı yaşamış bir arkadaşımın hastalığımı öğrendiğinde “sana çok güçlüsün demiyeceğim, her zaman güçlü olmak zorunda değilsin” sözünün ne kadar doğru ve yerinde olduğunu zamanla daha iyi anlayacaktım. “Güçlüsün, yenersin” diyenlerin çok iyi niyetle bana moral verdiklerini biliyordum. Ama damdan düşenler, aynı şeyi söyleyemiyorlardı. Onlar sürecin zorluğunu yaşayarak görmüşlerdi.
“Büyük bir travmayı atlatan, ağır bir hastalıktan sonra canını kurtaran insanların aynı yolda olanlara yardımcı olmaları daha kolay oluyordu. Hepimiz “yaralıydık” ve bu durum, konuşup anlaşmamızı çok kolaylaştırıyordu." (1/35)
“Bir hasta doktorlardan çok hastalığı yaşayanlara güvenir, doktoru sadece hastayı bilgilendirir, o ise duygularını da anlar” tespitini yine bir doktor söylemişti ve çok isabet etmişti.
İlk başlarda, hastalığı geçirmiş olan tanıdıklardan; hastalıkları, tedavileri, süreç ve sonuç ile ilgili bilgiler aldım. Tabii ki bu kişiler iyileşenlerdi. Diğerlerinden böyle bir bilgi almak mümkün değildi…
Bana iyileşme ile ilgili moral olsun diye onları örnek veriyordu ailem. Sonraki araştırmalarım hastalığı genç yaşta geçirenlerin hem hayata tutunma isteğinin hem de hücrelerinin genç olması dolayısıyla iyileşme potansiyellerinin daha güçlü olduğunu gösteriyordu. Elli yaşının üstündekiler için ise bu gittikçe zorlaşıyordu. Yine de tedavi herkeste, kan değerlerine, bağışıklığına, hastalığın evresine, zihnî durumuna göre farklılık gösteriyordu.
Yakınlarım, dostlarım, arkadaşlarım sürekli dua ediyordu... Kendi dualarımdan çok onların duasına güveniyordum. Samimi olarak şifa bulmamı istiyorlardı. İz kalmayacak bir şifa. Ama ben Eyyûb Peygamberin (as) duasını ediyor,
“Rabbim bana bir hastalık dokundu, sen merhametlilerin en merhametlisisin.” diyor, hakkımda hayırlı olanın yaşamak mı ölmek mi olduğunu bilemediğim için hayırlısını istiyordum. Bazen “hayırlı hayat ve hayırlı ölüm” isteğimi dile getiriyor,
“Rabbim! İndireceğin her hayra muhtacım.” diyerek hakkımda bildiğim ve bilmediğim tüm hayırları istiyordum.
Bazen çaresiz kalmak, Allah’ın büyüklüğünü, kendinin güçsüzlüğünü derinden hissetmek Allah’a daha çok yakınlaşmamıza vesile olabiliyor.
Bazı geceler ilaçların etkisinden, uyuyamama sıkıntısından, dualarımın daha içten olduğunu kendim fark ediyordum. Dilime çocuklarımla beraber çokça söylediğimiz dua geliyordu:
“Allah’ım! Yol boyunca bırakma elimi, düşerim sonra!”
Çaresizliğim arttıkça ellerimi uzatarak;
“Allah’ım! Daha sıkı, daha sıkı tut ellerimi!” derdim gayr-i ihtiyari.
Rahat edebileceğim bir hastane ve doktor araştırmaları ve görüşmelerinden sonra -ki birkaç doktordan görüş almak çok önemlidir- evimize yakın bir hastanede karar kıldık. Tıbbî onkolog eşliğinde kararlaştırılan ve kadın cerrahın arada bir kontrolü ile, dört seans üç haftada bir, on iki seans da haftada bir olmak üzere toplam on altı seans sürecek kemoterapi (ilaç) tedavisine başladım.
Kemoterapi ünitesi farklı bir dünyaydı sanki. Tek kişilik veya beş altı kişilik odalarda, açılıp kapanan rahat koltuklarda, farklı kanser ve farklı ilaç tedavileriyle çeşit çeşit insanların bir araya geldikleri mekânlar.
Kimi yeni başlamanın şaşkınlığında, kimi senelerce gidip gelmenin rahatlığında, umursamaz, kimi sonucun ne olacağının merakında.
Bir arada olanlar uyuşma veya uyuklama halinde değilseler sohbet etme fırsatını yakalayıp, tecrübelilerden faydalanma imkânı bulabiliyorlardı. Veya eskiler yeni gelenlerin hangi çeşit kanser olduğunu öğrenebiliyorlardı.
Arada bir duyulan ilaç bitim sinyalleri, hemşirelerin gidip gelişleri, mekanik robotlar gibi işlerini yapıp bir an önce bitirme gayretleri... İlaç bekleyenler, bitirip gidenler, birbirlerinin kaşlarının saçlarının dökülüp dökülmediğini gözleyenler. Kollara takılı kimlik bilgileri ve “düşme tehlikesi olan hasta” uyarısı yazılı bileklik. Hastaları yakınlarının yanına götürürken eşlik eden görevliler... Her seferinde değişen hastalar ve meraklı bakışlar...
Birkaç defa karşılaşıp konuştuklarınla daha bir yakın oluyor, gelişmelerini takip edebiliyor ve gittikçe arkadaş da olabiliyorsun. Ama burada işin bitince artık orası senin için görmek istemediğin bir mekana dönüşüyor. Ta ki kanser hücresi vücudunun başka yerlerinde nüksedip (metastaz) seni bir daha hayal kırıklığına uğratana dek. Böyle nadiren de olsa üç beş sene tedavi görüp birkaç ameliyat geçirmiş hâlâ kemoterapi alan kimseleri görmek ve onların serüvenlerini dinlemek her şeye hazır olmak konusunda faydalı olsa da daha tedavinin başlangıcında moral bozduğu için bazen tekli odaları seçip kendi halinde bir şeylerle meşgul olarak bu süreyi geçirmek de tercih edilebiliyordu.
Genellikle kemoterapi öncesi kan testi yapılarak hastanın ilaç almaya uygun olup olmadığına karar veren onkolog ile görüşme gerçekleşir. Daha açıklayıcı bilgiler, daha motive edici sözler bekler hastalar. Ama doktorlar çok yoğundur ve hastalar sanki her şeyi biliyorlarmış gibi çok az açıklama yaparlar. Okuyanlar, araştıranlar süreci iyi götürebilir fakat bu özelliğe sahip olmayan ve imkânı olmayanlar için ufak tefek bilgilerden yoksun olmak çok zararlara sebep olabilir. Bazen de kitaplarda ve videolarda rastlanmayan, kişiye veya gidişata özel bilgiler vardır ki bu konuda doktor ve hemşirelerin çok dikkatli, hastaların da uyanık ve hatırlatıcı olmaları gerekir.
Üç hafta arayla verilen ağır kemoterapilerde mide bulantısı ve tahribatı yoğun oluyor ve bir şeyler yemek işkenceye dönüşebiliyor. Kuvvetli bulantı ilaçları içilerek hafifletilmeye çalışılsa da, tam düzelmeden alınan kemoterapi ilaçları her defasında hassasiyeti biraz daha artırıyor.
Bulantı, iştahsızlık, halsizlik bunlar anlatılabilir şeylerdi. Üçüncü ve dördüncü seanslarda midemin aldığı hali anlatabilmek ise imkânsızdı. Hissettiğim sıkıntıyı somutlaştırarak anlatmaya çalışıyordum. Sanki midemin içindeki zar soyulmuş, içine ne değerse acı veriyor. Sürekli keyifsiz bir hâl.
Çok uzun sürebilen, üşütmeden değil, ilacın mideye verdiği rahatsızlıktan kaynaklanan öksürükler olabiliyor. Bunun için gittiğimiz bir doktor bir ay antibiyotik kullanır gibi düzenli olarak mide koruyucu ilaç kullanmamı söylemişti. Bu bilgi daha önce onkolog tarafından verilmediği için mide koruyucu kullanmaya devam etmemiştim ve midem zarar gördükten sonra kullandığım için fazla bir işe yaramamış, öksürüğüm aylarca sürmüştü.
Kemoterapi alındığı müddetçe devamlı mide koruyucu alınması gerekliliği herkese göre değildir belki ama onkologlar hastayı her konuda mutlaka takip etmeli ve bu süreci daha kolay atlatmalarına yardımcı olmalıdır.
Ağız yaraları için tavsiye edilen karbonatla gargara yapılması, yaralar çıktıktan sonra acı verici olduğu için zeytinyağını bir miktar ağızda tutarak yaptığım uygulama yaraların kolayca iyileşmesini sağladı. Bu boğazın tahriş olmasında da kullandığımız başarılı bir yöntemdi.
İlacın dozunun yine hastaya göre ayarlanması, hemşirelerin ilacın kaç saatte verileceği konularında çok dikkatli olmaları, hastanın geleceği ve kalıcı rahatsızlıklarla muzdarip olmaması açısından son derece önemlidir. Bunların ellerde ve ayaklardaki uyuşmaların sebeplerinden olduğu çeşitli çalışmalarda açıklanmaktadır. Bu dikkatsizliğin hastanın hayat kalitesini düşürdüğü ve büyük bir sorumluluk ve suç olduğu bilinmeli, hasta veya hasta yakınları tarafından gerekli uyarılar yapılmalıdır. Böyle bir sıkıntımdan dolayı haftalık kemoterapimin dokuzuncu seansı daha hafif dozda verildi ve son üç kemoterapi seansı iptal edildi. Bu durumun, bir defasında iki saat sürecek kemoterapinin dikkatsizlikten olsa gerek bir saatte bitirilmesinden kaynaklandığını zannediyorum. O gün el ve ayaklarımın uyuşması dışında vücudumda daha önce olmayan bir hissizlik de ortaya çıkmıştı.
Kemoterapi almayı boks maçına benzetiyorum ve hastayı da bir boksöre:
Hiç kafasını kaldıramadan devamlı yumruk yiyen, yedikçe yaraları kanayan, derinleşen. Ama sonunda sırtı yere gelmediği (ölmediği) için şampiyon ilan edilen bir boksöre…
Haftada bir kemoterapi almaya başladığımda ayak tabanım ve ellerimde uyuşmalar başladı. Yürümem, ayakta durmam zorlaşmıştı. Normal bir uyuşma mı, karıncalanma, acı, sızı, ağrı mı? İfade edebilecek hiçbir kelime yoktu. Elektrik çarpıyor gibi titreşme. Uzun bir süre suda kalıp da buruşan derinin verdiği sızı hissi. Veya uzun süre oturup, basamayacak derecede uyuşan bir ayak. En doğrusu, sanki tabanlarım ayaklarımdan ayrılmıştı ve ancak yapıştırır gibi bastırdıkça biraz rahatlama oluyordu.
Üç beş sene önce aldıkları kemoterapinin etkisiyle hâlâ ayak uyuşması yaşayan tanıdıklarım vardı. El uyuşması dolayısıyla birçok işini yapamayanları bilmek, bana “gelecekte ben de böyle olursam” kaygısını yaşatıyordu.
Uyuşmaya çare bulamadık. Nöropati denilen sinirlerde meydana gelen bir hasardı. Nörolojik testlerde ana sinirlerde bir hasar görülmedi. Normal ağrı kesicilerin fayda vermediği bir rahatsızlıktı. Daha ağır ilaçlar kullanılması gerekiyordu. O esnada bir de bu ilaçların yan etkilerini kaldırabilecek gücüm yoktu. Nörapati, zamanla geçebiliyor veya senelerce sürebiliyordu.
Ayaklarımdaki rahatsızlığın kalıcı olmasından korkulduğu için on iki seanslık kemoterapinin son üçü iptal edilmişti. Eğer geçmezse tedaviyi ameliyat sonrasına bırakacaktık. Ameliyattan bir ay sonra biraz hafiflemesi sevindiriciydi ve gittikçe iyileşebileceğime veya alıştığıma bir alâmetti. Bu esnada çok zorlandığım zamanlar ya ayak tabanıma parmaklarla bastırarak masaj yaptırdım ya da kısa varis çorabı giyerek biraz rahatladım. Ayak tabanlarım o kadar hassaslaşmıştı ki çorap olmadan halıya basamıyor, terlik giyemiyordum.
İlk başlarda ciddi bir sağlık sorunum olmadığı için "çok sağlıklı bir kanserim" esprisini yapıyordum. Fakat daha sonraları ayakta fazlaca durmamı zorlaştıran, yatarken dahi bazen delirtecek gibi sıkıntı veren ayak uyuşmalarımdan dolayı aynı espriyi yapamadım. Tedavinin ilk günlerinden itibaren yaptığım günlük yürüyüşler de gittikçe aksadı ve sonrasında tamamen bıraktım.
Bunları ancak yaşayanlara anlattığım zaman anlaşıldığımı düşünüyorum. Doktorlara da, çevremdekilere de tam olarak anlatamadığımın farkındaydım.
Doktorların beni yeterince anlayamayacaklarını farkedince onlardan beklentilerimi azalttım ve daha rahat ettim.
İnsanın zor zamanlarda yanında sevdikleri olmalı.
Bedenimin sıkıntıları ve yorgunluğu ile zihnimin yorgunluğu paralel gidiyordu. Nasıl iş yapmaya gücüm yetmiyorsa birçok ince şeyi de düşünemiyordum. Yaşlı olmadığım halde çocuklarıma muhtaç duruma düştüğüme üzülemeyecek kadar beynim yorgun ve bulanık oluyordu. Kendimi biraz iyi hissetsem yapabileceğim işlere yöneliyordum. Kendimi kötü hissettiğim zamanlarda iş yapmanın düşüncesi dahi beni yoruyordu.
Bir konuya odaklanamıyor, ağır kitapları anlamakta zorlanıyordum. Kafamı yormayacak, kolay anlayabileceğim metinler okuyabiliyordum.
“Camın arka tarafındaki tuhaf dünya, boğuk ve yumuşatılmış olarak gelen gürültüleriyle bana uzak ve anlamsız görünüyordu. Başımın içini bomboş hissediyordum; düzgün biçimde düşünmekten acizdim; kemiklerim ağrıyordu, eklemlerimde güç yoktu ve o dışarıda sürüp giden telaş, karşılaşan, karşılaşmayan, birbirini selamlayan sonra giden insanlar benim ritmime o kadar ters düşüyordu ki...” (1/33)
Üç haftada bir verilen ağır kemoterapi seanslarından sonra saatlerce baygın uyuyordum. Uyumak dinlendiriyordu ama zaman zaman beynin ilaçtan etkilenmesinden dolayı görülen halüsinasyonlarla korkutucu bir hal de alıyordu.
Bazen farklı duygulara kapıldığım oluyordu. Belirsiz bir gelecek, iç ve dış sıkıntılar, çaresizlik... Sanki yanımda kimse olmasa uçurumdan düşeceğim. Elimden tutmasalar yuvarlanıp gideceğim.
Kemoterapi konusunda önyargılarım vardı ve yan etkilerini yaşadıkça bu konuda doğru düşünmüş olduğumu görüyordum. Fakat daha doğru bir çözümü hâlâ bulamıyor, bana kemoterapi almak dışında faydalı olabilecek her çareye başvurmak istiyordum. Kemoterapiye taraftar olmasa da kimsenin vazgeçirmeye cesaret edemediğini, alternatif çözümler diye sunulanların kanıtlanmamış, belki birkaç iyi sonuç görülmesiyle piyasaya şifa diye sunulmuş bilgiler olduğunu fakat araştırınca kansere çare değil belki bağışıklığı kuvvetlendirmeye yarayan bitki veya karışımlar olduğunu anlamış oldum.
Bazen alternatif çözümler diye sunulanların içine girildiğinde alternatif soygunlar olduğu, insanların umutlarının acımasızca çalındığına şahit oldum.
Kemoterapinin kanser hücrelerini etkisiz hale getirirken vücuda verdiği zarar belliydi. Fakat denenmiş, kanıtlanmış, uzun araştırmalar yapılmış, Allah’ın insanlara bahşettiği ilim ve zeka sonucu sürekli geliştirilmiş bir yöntemdi. Doktorlar çok büyük bir umut da vadetmiyorlardı. Çeşidine, hastanın yaşına, bağışıklığına, zihni durumuna, hayat tarzına, imkanlarına ve daha birçok nedenlere bağlı farklı sonuçlar verebileceği biliniyordu.
Kemoterapinin zorluğu ve vücuda verdiği hasar nedeniyle başka çözümlere başvuranların birçoğu kritik vakti geçirdiklerinden, daha önce azalan yaşama umutlarını da tamamen kaybedebiliyorlardı.
Kimse durup dururken yaşam kalitesinin düşmesini, başkalarına muhtaç olmayı istemez. Ama zorlu tedavi süreci sonucunda olumlu sonuçlar olduğunu görmek, işi şansa bırakıp geç kalmaktan ve sonuçta pişmanlık yaşamaktan daha iyiydi.
“Her gittiğim yerde, kimi zaman bana sunulan ‘ilaç’ları da deneyerek “mucizevi” biçimde iyileşmiş hastalar, tuhaf bir pozisyon ya da acayip bir tedavi sonucunda şifa bulanlarla ilgili pek çok öykü biriktirdim ama bir o kadar da Batının bilimsel tıbbını reddedip alternatif bir tedaviye başvurarak hayatını kaybedenlere de tanık oldum.” (1/24)
“Kanıt mı? Alternatif tıbbın yan etkileri yoktur. Olsa olsa iyileştirmez o kadar! Bu da ölümcül bir tuzak olabilir. Ne çok insan, ameliyatların acısından, kemoterapinin yıpratıcı etkisinden, radyoterapinin tehlikelerinden sakınmak için görünürde daha kolay ve daha çok şey vaat eden çözümlere emanet ediyor kendini!
Bir dostumun ellili yaşlardaki annesi, göğüs kanseri yüzünden kendini bir “şifacıya” teslim etmişti. O da hastaya bitki çayları içiriyor, tedavinin seyrini bir sarkaçla kontrol ediyordu. Hasta kadın, birkaç ay sonra, ona göğsünü almak zorunda olduğunu söyleyen doktora yeniden gittiğinde artık çok geç olmuştu. Çok değerli bir zamanı yitirmişti. Öldü.” (1/113)
“Bugün kanseri iyileştirecek hiçbir alternatif yaklaşım yoktur. Batı tıbbının geliştirdiği klasik yöntemlere başvurmadan kanseri tedavi etmeye çalışmak tamamen mantıksızdır. Ameliyat, kemoterapi, radyoterapi, imünoterapi ve çok yakında, moleküler genetik.” (2/14)
Kendisi otuz bir yaşında beyin kanserine yakalanmış nörolog yazar uzun araştırmaları sonucu birçok besinin bağışıklığı kuvvetlendirdiğini görmüş ve bunların önemine de ayrıca kitabında değinmiştir.
“Aynı zamanda, yalnızca bu katışıksız teknik yaklaşıma dayanarak bedenimizin tümörlere karşı korunma konusundaki doğal yetisini gözardı etmek de tamamen mantıksızdır. İster hastalığı önlemek, ister tedavilerin faydalarını artırmak için olsun, bu doğal korunmadan faydalanabiliriz.” (2/14)
Süreç güçlü bir sabrı gerektiriyor. Hem hasta, hem de yanındakiler için. Fakat anı yaşamak, ileride yaşanacak sıkıntıları düşünüp sabrımızın azalmasına sebep olmamak gerekir. Bu genellikle yaşadığımız bir durum. Bugünün acısını çekerken yarın ne olacak kaygısıyla acımızı kat kat artırmak, böylece o gün için bize bahşedilen sabrımızı tüketmek...
“Allah’ım, geçmişin üzüntüsünden, geleceğin kaygısından sana sığınırız.”
Biz Müslümanlar “Niye ben?” ya da “Neden ben kanser oldum?” gibi sorulara fazla takılmayız. Bizim tavrımız, hastalıkların birtakım sebepleri olsa da nihayetinde bunun da bir imtihan sorusu olduğunu bilerek doğru cevaplamaya çalışmak olmalıdır. Elbette Rabbimizden sıhhat ve afiyet ister gerekli bilgileri öğrenip uygulamaya çalışır, hastalığa neden olabilecek durumlardan kaçınırız. Fakat elimizde olmayan, sebebini tam olarak bilemediğimiz hastalıklarla karşılaşmamız da mümkündür. Bu durumda bizden istenen tedavi olmak için çabalarken sabır ve dua ile Allah’a yönelmektir.
Bu olayda da bir hikmet olduğunu, şer gibi gördüğümüz şeylerin hakkımızda hayır olabileceğini, her zorlukla beraber bir kolaylık olduğunu bilmek bizlere güçlü bir dayanıklılık ve rahatlık kazandırır.
Asıl olarak hastalığın kendisiyle; o günkü sıkıntıları atlatmayla uğraşmamız gerekirken, sebeplerini araştırmaya kendimizi o kadar kaptırırız ki, bazen kendimizi, bazen başkalarını, çevreyi, şartları suçlamakla vaktimizi geçiririz.
Oysa başımıza gelen bu olayın sebebini ve hikmetini bilmesek de bunu yolumuza konulmuş bir engel olarak değil, yükselmemize yarayacak bir merdiven olarak görmemiz gerekir.
“Hastalığımızın nedenlerini kendimizde değil de dışarıda aradığımız zaman zaten baştan kaybettik demektir. Ne zaman ki hastalığımızın sorumluluğunu üzerimize alırız, o zaman “güç asası” elimizde demektir. Mesajı almış hastada en kısa zamanda iyileşme başlar. Ama aksine, sağlığa kavuşmayı kendimiz dışındaki kişilere, durumlara, koşullara havale ettiysek, o sağlık gelmez kolay kolay. Tedavilere cevap vermiş gibi görünürüz ancak hastalık bir şekilde nükseder.” (6/313)
“Kansere bir tedavi bulmak, onun nedenlerini ortaya çıkarmaktan daha kolay.” (1/85)
“İnsanın tamamını tanımayan hekim tedavi edemez, ancak onarım yapabilir. Bütün tedavi edilmediği için onarılan kısım da eninde sonunda hastalanır.” (6/35)
“Hepimiz genetik şifremizden ötürü bazı hastalıklara yatkınlık gösteriyoruz. Ancak çevresel ve ruhsal faktörlerle yatkınlığımız olan bu hastalıkları ötelemek ve belki de hiç yaşamamak mümkün.” (6/260)
“Sürdürdüğümüz yaşam tarzında, nefeslerimize hiç dikkat etmiyoruz. Hatta nefes aldığımızın farkına bile varmıyoruz. Ancak tabii olarak eninde sonunda bunun bedelini ödüyoruz.
Söylendiğine göre, daha 1931 yılında Nobel Tıp Ödülü’nü alan Alman Dr. Otto Warburg, bütün kanser türlerinde hasta hücrelerinin aynı zamanda büyük bir oksijen yetersizliğine uğramış olduğunu ve hastalığın yeterince oksijen almış hücrelerde tutunamadığını ortaya koymuştu.” (1/314)
“Nedenler pek çok olabilir. Beslenme bozukluğu, yanlış hayat tarzı, bir travma, dışsal ya da doğaüstü (sanılan) güçlere bağlı faktörler.” (1/541)
“Kızgınlık, ister kendimizle isterse de başkası ile ilişkili olsun, kabullenemediğimiz ve hatırladığımızda üstünden on yıl geçse bile aynı kötü hisleri hissetmemize neden olan bir “zamanlar ötesi duygu sıçramasıdır.” O duyguyu o kadar taze ve sıcak tutmuşsunuzdur ki, yılları aşarak bugün de yakar seni. Bu kadar uzun süren bir yangına artık hücrelerin de dayanmaz ve isyan eder.” (6/268)
Daha doğal beslenmek, daha sade yaşamak, musibetlere, sıkıntılara gereğinden fazla üzülmemek, yersiz korkulara kapılmamak zaten bizim hayat tarzımızın bir gereğidir. Ama bilinçsizken, farkında olmadan veya dikkatsizliğimizden dolayı hastalığımıza kendimiz sebep olduysak Allah’tan bağışlanma dileyerek yolumuza devam etmeli, hastalıklar karşısında doğru tavır takınarak hastalığımızı hatalarımızın affına ve derecelerimizin yükselmesine vesile kılmalıyız.
“İnsan hareketli bir yaşam içerisinde kendi iç dünyasını başarıyla onaramaz. Tıpkı hareket halindeki arabanın tamir edilemeyeceği gibi.” (3/324)
“Tüm enerjisini, ömrünü “kusursuz” olmaya harcayan kişi aslında kendi ruhuna ve bedenine en büyük cezayı kesmiş demektir. Beden beynin verdiği bu cezaya öyle ağır bir karşı ceza ile karşılık verir ki; hastalanır! Aslında bir tür “yaşama ara verme” ve hatta bazen de “yaşamdan men” cezasıdır bu.” (6/169)
Herkeste var olduğu bilinen kanser öncesi mikro-tümörler birtakım sebeplerle bazı kişilerde gelişme ve vücudu ele geçirme eğiliminde olabiliyor. Tedavi iyi sonuç verse de bu nedenler kişide devam ettiği sürece hastalığın tekrar nüksetmesi söz konusudur. Vücudun bu yanlışa verdiği tepkiyi dikkate almak, bir daha aynı zorlu tedavi sürecini yaşamamak için dikkatli olmak, bir şeyleri değiştirmek, düzeltmek gerekiyor.
“Geçmişte yaşananlar çözümlenebildiği ve bilinç altındaki yanlış kayıtlar silinebildiği zaman tekrar tekrar yaşananlar da mucizevi şekilde çözünür.” (6/225)
“Kanser alanında çalışan uzmanlar kanserin önlenmesinde çözümü şu dörtlü formülde bulmuşlardı:
Kansorejen maddelerden arınma
Antikanser diyet
Yeterli fiziksel etkinlik
Duygusal huzur arayışı.” (2/32)
Son zamanlarda teknolojinin ve tedavi yöntemlerinin gelişmesi ile beraber iyileşme oranları artsa da kanser adı korkutucuydu ve çoğunlukla iyileşmeden çok ölümle birlikte anılıyordu. Teşhis konulan kimse ölümü kendine yakın hissederek yaşama isteğini kaybedebiliyordu.
“Duygusal sağlık ve yaşama hevesi bireyin ihtiyaç duyduğu en elzem iki şeydir. Yaşama hevesi, yaşama iştahı azalmış bir kişinin iyileşmesine yardım etmek o kadar zordur ki... Mutlu, yaşama karşı hevesli insanlar, çok önemli bazı hastalıkları bile çoğu zaman işlerine ara vermeden atlatabilirler.” (6/303)
“Hastanın yaşama isteğini canlı tutmak için:
İlk adım, bir şekilde ruhlarında hâlâ canlı olan ve yaşam güçlerini tüketen geçmiş travmaları ortaya çıkarıp tedavi etmek.
İkinci adım, hastaya içindeki huzur duygusunu ve sükûnet halini benimseyip sürdürmeyi öğretmek. Böylece psikolojik stresi yok ederek iyileşme sürecini başlatmak.” (1/206)
“İyileşmeye karşı “katışıksız arzu” duymak iyileşmek için ilk ve olmazsa olmaz şarttır. Bazen insanın içinde en derin kuytulardan birinde “hasta kalma arzusu” yatar. Bu, özellikle duygusal yara almış hastalarda çok fazladır. Özellikle eş, çocuk, anne-baba gibi çok yakınlarından darbe aldığı için hastalandığını düşünen insanlar, iyileşince yine o darbeleri yaşayacakları korkusunu yaşarlar.” (6/304)
“Kanser oluşumunda sürekli toksik maddeleri ve kanserojen besinleri suçluyoruz. Ya toksik ilişkiler? Tüketen ilişkiler? Ruhu ve bedeni aşağı çeken ve iyileşmeye izin vermeyen ilişkiler.” (6/289)
EMDR kişinin içindeki yaşam gücünü serbest bırakmaya yönelik bir tedavi yöntemi olarak tanımlanıyor.
“Bu deneyimden sonra EMDR’yi neredeyse sistematik olarak kanser hastalarına uygulamaya başladım. Yaşamlarındaki en acı verici on olayı sıralamalarını istiyordum. Bu olayları, yaşama arzularının altında ezildiği büyük madeni parayı sıkıştıran vidalar olarak görüyordum. Bu vidaların birer birer “sökülmesi” durumunda hastalar çoğunlukla bambaşka bir yaşama biçimine uyanıyorlardı. Taşıdıkları yükten kurtulur kurtulmaz, her şeye farklı bir gözle bakabiliyorlardı. Bu bir kanser tedavisi olmasa da, doğal savunma mekanizmalarının hastalığa karşı savaşmak üzere gücünü geri kazanmasını sağlıyor.” (2/213)
“Duygusal yaralardan korunmak ve onlara karşı bağışıklığımızı artırmak için tek yol aynı fiziksel yaralarda olduğu gibi o yaraları operasyonla çıkarmaktır. Onları kesmeli ve kökünü kazımalısınız. Merhemle, ilaçla iyileştirilemeyen yaralara benzerler onlar, sökülüp atılmaları gerekir. Bunun da tek yolu sahici ve eksiksiz bir bağışlamadır. Yani sadece “iyi insan” olmak adına değil, “kendi mutluluğumuz” için gerçek anlamda affetmeyi öğrenmemiz gerekiyor.” (6/164)
“Travma terapisi kanseri iyileştirmez. Ama iyi bir terapi çaresizlik duygusunu iyileştirir.” (2/217)
“Duygusal olmanın karşıtı güçlü olmaksa, evet güçlü olmayı seçmek gerekiyor. Gerek sosyal, gerek duygusal, gerekse bedensel mutluluk için.” (6/164)
“Sakinleşen ve huzur bulan zihin, bağışıklık sistemine görevini yapması için sinyaller yolluyordu.” (1/484)
“Bedenin hem iç hem dış temizliği sağlık için son derece önemlidir. Ama daha da önemlisi ruhu temiz, zihni dingin tutmaktır.” (1/244)
“İşin en tuhaf yanı, size kendinizi kötü hissettiren olayı bizzat yaşarken yaşadığımız duygusal travmadan daha fazlasını, o olayı daha sonra düşünüp irdelerken yaşıyoruz.” (6/68)
Kanser denince akla ilk gelen derin bir üzüntü yaşanması veya üzüntülerin birikimi neticesinde oluştuğudur. İnsan bu nedeni kendinde araştırır veya başkaları “acaba neden” diye düşünebilir. İster travmalar ve üzüntüler, ister çevresel etkiler veya beslenme bozuklukları olsun bunların sonucunda bağışıklık sisteminin zayıflaması ve vücuttaki sağlıklı hücrelerin bu kötü hücrelerle baş edememesi durumu vardır.
“Her insanın bir duygu doğası var. Kişinin buna saygı göstermesi ve içindeki duygu seline “izin vermesi” gerekiyor. İçinden ağlamak geliyorsa ağlamak, kahkahalarla gülmek geliyorsa gülmek, hatta kızdığı zaman bunu göstermek, “öfkelenmeden kızabilmek” gerekiyor. Birine kızgınlığını ifade etmek, öfke ile içinden “gırr” yapmak gibi zarar vermiyor insan ruhuna ve bedenine.” (6/155)
Zamanında yaşanmayan acılar, çaresizlikler, aşırı üzüntüler, olumsuz duygular beyinde birikiyor ve beynin kapasitesi dolunca bedene yansıyordu. Bedenin verdiği tepki ise bize hastalık olarak geri dönüyordu.
“Affedememe, öfke, nefret, kin, korku, içerleme, değersiz hissetme... Bunların hepsi sigaradan daha kanserojenler. Hiçbir kozmetik ürün siz kininize hâkim olmadan bu kırışıklıkları sizden çekip alamaz ve yine hiçbir kozmetik ürün sevgi ve hoşgörünün yüzünüze yansıması kadar sizi güzelleştiremez.” (6/213)
“Bilincine varılan herhangi bir olay yalnızca beyinde değil, bedenin tüm organlarında yankılanır.” (2/218)
“Kişi kendi ile barışık olmadıkça eşiyle de barışmaz, çocuklarıyla da. Dolayısıyla mutlu olamaz da edemez de. Kendimizle barışık olma yani gerçek mutluluk bağışıklık sistemimizi de iyi halde tutuyor, bu bilimsel olarak kanıtlandı. Mutsuz insanların neden çok hastalandıklarını anlamak hiç de zor değil bu durumda. Mutluluk yalnızca bağışıklık sistemini değil, vücudun yenilenme sistemlerini ve kan dolaşımını da olumlu etkiler ve kişi olduğundan daha genç, daha diri görünür. Kan dolaşımı, bağışıklık sistemi ve hücre yenilenme sistemlerinin iyi çalıştığı bir beden de ne sıkça hasta olur ne de çabuk yaşlanır.” (6/155)
“Stresten ne pahasına olursa olsun kaçınmak imkânsızdır. Ama yapılacak şey, gerginlikleri düzenli olarak boşaltmaktır. Deneyimler sayesinde stresin üzerimizden su gibi akıp gitmesine izin vermeyi öğrenebiliriz.” (2/218)
“Zihinsel israflardan uzak durmalı ve aklı çok fazla “karıştırmamalı”. Stres birikintilerinin hem bedende hem zihinde çözülmesi ve bunun “ertelenmeden” gün içinde yapılması gerekiyor. Huzursuz zihinleri susturmak, gerilmiş bedenleri gevşetmek ve tutulmuş nefesleri almak gerekiyor. Tam da bunların oluştuğu gün içinde...” (6/107)
“İnsana düşen şey hayatın içindeki hadiselerden daha az etkilenmenin, olumsuz etkileri olumluya çevirmenin yollarını öğrenmektir.” (3/34)
“Zorluklar değil, bizim onlara karşı aldığımız tavır belirliyor ruhsal ve bedensel sağlığımızı. O nedenle türlü türlü zorluklar atlattığı halde kaya gibi sapasağlam durabilen milyonlarca insan var dünyada.” (6/71)
“Cyrulnik, acının dirençli insanları da en az olmayanlar kadar etkilediğini ancak dirençli insanların acıyı yönetmeyi başarabildiklerini görmüştür. Zorlukların ve acının üstesinden gelmek demek, onlardan etkilenmemek demek değildir; acı veren olay tarafından yenilmek yerine bu deneyimle güç kazanmak ve bu gücü ileriye doğru gitmek için yakıt olarak kullanmaktır.” (6/306)
“Göğüs kanserleri metastaz yapan kadınlar üzerinde çok deneyimi olan bir doktor şaşırtıcı bir buluş yapmıştı. Normal tedavinin yanı sıra düzenli olarak kendileri gibi olan kadınlarla buluşanlar, bu fırsatı bulamayanlara oranla daha uzun yaşamışlardı. Günün birinde psikolojik desteğin her türlü kanser tedavisinde çok önemli bir bileşim olduğu anlaşılacak.” (1/357)
59 yaşında kansere yakalanan İtalyan gazeteci vücudunda kanser tümörünün oluşma nedenini araştırıyor ve kendisinin bu konuda suçlu olup olmadığını öğrenmek istiyordu:
“İyi ama ben neredeydim? O elektrik düğmesine yanlış biçimde basacak bir şey yapmış olmalıydım. “Hayır sizin kesinlikle bir rolünüz yok” diyordu doktor. Her şey onun kodunda zaten kayıtlıydı ve pek yakında sizin içinizde bir yanılma yaşayan bu minik parçacığı yeniden programlama düzeyine varmış olacağız.” (1/19)
“Bir hata, milyonlarca kopyadan sadece birinde bir hata olma olasılığı, bir yazıcının bütün Kutsal Kitabı kopya ederken tek bir yanlış yapması kadar doğaldır. Bu son derece önemsiz bir hata olabilir ama kalıtımsal olabildiği için, bir mutasyon yaratır ve bu haliyle bir sonraki çoğalmada ve daha sonrakilerde kendini belli eder.
Başkalaşım, tek başına kansere yol açmıyordu. Sadece bir başkalaşımı bir diğeri izlerse ve bir öteki de onu sürdürürse, sorun baş gösteriyor ve durum ciddiyet kazanıyordu.
Yine de kendinizi bir konuda sorumlu hissetmek istiyorsanız bağışıklık sisteminizle ilgilenin.” (1/118)
“Bağışıklık sistemi tüm bedenin yöneticisi, bedenin en büyük ve en önemli “saklı organı”. Bağışıklık sisteminde tüm mikropları yöneten mekanizmalar var, yara iyileşmesini sağlayan da kanser kitlelerini yok eden de. Psikoloji bağışıklık sistemimizi etkiliyor, bağışıklık sistemi de tüm bedenimizi! Kişinin psikolojik durumu yalnızca hastalığın ortaya çıkışında etken olmakla kalmıyor, hastalıkların gidişatını ve tedavilere cevabını da önemli ölçüde etkiliyor.” (6/97)
“Bedeni tedavi eden ilaçlar değildir. Beden, bu ilaçlardan faydalanarak kendi kendini iyileştirir. Ortopedist kırık kemiği yerine oturtur ve düzgünce alçıya alır ama iyileşmeyi sağlayan bedenin kendisidir... Ya da onun “yaşam gücü”. Ne var ki günümüzün doktorları bütün başarının kendilerine ait olduğunu düşünürler.” (1/147)
“Olumlu duyguların etkisi soğurucu değil aksine rahatlatıcı ve “çoğaltıcı”dır. Enerjimiz azalmak yerine artar. Kendinizle başkalarıyla ve hatta tüm yaşamla ilgili hissettiğiniz olumlu düşünceler hem ruhunuzu hem de bedeninizi beslerken, olumsuz olanlar sizi zehirler. Birinin size tâ ömrün bir yerinde yaptığı bir kötülüğü bugün hâlâ düşünüyor olmak ona değil size zarar verir. Oysa yaşadığınız güzel olayları tekrar tekrar düşünüp şükretmek ise bedeninize enerji, yakıt, şifa olarak yansır.” (6/148)
“Sağlık batı tıbbının yaptığı değişik tahlillerin sonuçlarının normal çıkmasıyla anlaşılmaz. Kan, kolesterol normal denir. Bir insanda bütün bunlar normal olabilir ama yine de kendini iyi hissetmeyebilir. Zihin oynakken, dengede değilken, bu özellikle doğrudur.” (1/538)
“Bastırılmış öfke, bastırılmış kıskançlık, bastırılmış hırs, bastırılmış nefret ve bastırılmış cinsellik! Bunların hepsi hasta eden duygular. Bunlar ruhun ve bedenin zehirleri. Bu zehirleri ruhtan ve bedenden uzaklaştırmanın yolları, önce onların olduğunu kabul etmek ve onları “yok” saymamak veya “sanmamak”. Yok sandığınız fareyi yakalayamazsınız.” (6/153)
“En önemli olan şey, hastalıkları tedavi etmek değil, zihnin huzur içinde olduğu bir hayat sürdürerek hastalıkları önlemektir.” (1/536)
“Yeniden yaşamayı öğrenmek, bilinç altına işlenmiş, çocukluğumuzdan beri her gün, her an, ince ince oya gibi işlenmiş tüm “kir”lerden arınarak mümkün olabilir ancak... Koşullanmalardan, kalıplardan, öğrenilmiş çaresizliklerden... Başkalarının beklentilerine göre yaşanmış hayatlardan... “Kendi hayatını” yaşamadan ölen insanlar var, diğer insanların beklentileri doğrultusunda yaşanıp tükenmiş bir hayata “benim hayatım” diyebilir miyiz? Beden bir süre sonra bizim bedenimiz olmaktan çıkıyor. Zaten böyle durumlarda; hasta bir beden haline geliyor, başka bir beden!” (6/94)
Bir onkoloji doktoru ile görüşmeye gitmiş ve hastalık hakkında konuşmaya başlamıştık. Doktor bir yandan hastalığın öncesine dair hayatımla ilgili sorular soruyor, anlattıklarımı hastalıkla ilişkilendirmeye çalışıyordu. Biraz dinleyip birkaç uygulama yaptıktan sonra “çok kontrollü” olduğumu söyledi. Sonra “bu kadar kontrollü olursan vücudunda böyle kontrolsüz hücreler büyür” dedi.
Değerlerimizi yaşayabilmek, koruyabilmek için hep akıntıya karşı kürek çektik.
Ailelerimiz, okullarımız, evliliklerimiz, çocuklarımız... Böyle bir ortamda her biri için ayrı ayrı mücadele verdik.
Elbette kendimizi hiç bırakmamamız, hep kontrollü yaşamamız gerekiyordu.
Ebedî bir mutluluk için değerdi. Vücudumuz bu yorgunluğa tepki vermiş, rahatımız kaçmış olsa da...
Bazen bir suyun üstüne sırt üstü yatıp kollarımı ve ayaklarımı çırpmadan, düşme tehlikesini de hissetmeden kendimi bırakmak istiyorum ve öylece rahatladığımı hayal ediyorum. Ancak bu hayallerim bana hayattan çok yorulduğumu hissettiriyor.
“Madem biz değişken ve de üstelik ileriyi göremeyen varlıklarız, şu anki hayatımızda, şu anki algılarımızla hayatımızdaki “kötüler” yerine “iyiler”e odaklanıp şükretmeyi seçersek bu ruhumuz için de bedenimiz için de en iyi yol olmaz mı?” (6/197)
Hastayım... Kendimi zorlamamalı ve biraz serbest bırakmalıyım. Bunu hâlâ yapamıyorum. Sanki kendimi yatağa bıraksam hep uyuyacağım ve artık kalkamayacağım. Bu yüzden rahatsız olduğum zamanlarda bile günlük kıyafetlerimi giyip, oturma odasında dinlenmeyi ve dinlenirken de bir şeyler yapmayı tercih ediyorum.
Çocuklarıma bırakacağım miraslardan biri de zamanla yarışmak olacak sanırım. Bu iyi midir kötü müdür bilemiyorum. Tek bildiğim, bu düşünce ömür boyu onlara rahat vermeyecek. Tâ ki Zümer Suresi’ndeki müjdeye mazhar oluncaya dek:
“Rablerine karşı gelmekten sakınanlar ise, bölük bölük cennete sevk edilir, oraya varıp da kapıları açıldığında bekçileri onlara: Selam size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin buraya, derler.” (Zümer Suresi 73. Ayet)
Kemoterapinin son üç seansı iptal edildikten sonra ameliyata kadar bir süre bekleyecektim. Bu arada biraz iyileşir, toparlanırım diye umut ediyordum. Fakat bu süre içinde ayaklarımdaki uyuşmalar geçmedi. Hâlâ kemoterapi alıyor gibi rahatsızlıklarım devam etti.
Kemoterapi bitimi ve ameliyat arasındaki boşlukta sağlığım daha iyi olabilir umuduyla “bakıma muhtaç” olan annemi yanıma almıştım. Çocuklarım ve eşleri sürekli benimle ilgileniyorlar, yanımda kalarak veya gidip gelerek beni yalnız bırakmıyorlardı. Ben bakıma muhtaçken annemle ilgilenmek durumunda kalmıştım. Onu üzmemek için hastalığımdan bahsetmemiş, sadece ayaklarımdan rahatsız olduğumu söylemiştim. Kemoterapinin etkisiyle ayaklarımda oluşan rahatsızlıktan dolayı uzanmak zorunda kaldığım için inandırıcı da olmuştu. Fakat benden beklentileri vardı ve ben ancak çocuklarımın desteğiyle bu işleri yapabiliyordum. Ama bir ayak ağrısının beni bu kadar bakıma muhtaç kılmasına anlam veremediğini hissediyordum.
Zaman zaman bana tanıdıklardan kanser hastalığından ölenlerin haberini veriyordu. “Ne kanseriymiş” diye sorduğumda “başı kel olmuş” diyordu. Karşısındaki kızının aynı durumda olduğunu bilmeden...
Ameliyat öncesi annem ablama gitti ve ışın tedavimin sonuna kadar orada kaldı.
Çocuk sayısının çok olması anne-babanın yaşlılık dönemlerinde işleri kolaylaştırabiliyor. Ben tek çocuk olsaydım, bu sıkıntılardan dolayı kendime zor bakarken bir de annemin bakımı ile uğraşmak zorunda kalacaktım. Tamamen çocuklarıma yüklenmek de küçük çocukları olan gençler için zor ve yorucu olacaktı.
Her çocuğum doğduğunda sayıları çoğalıyor diye sevinen yaşlı anneannemizi hiç unutmam. Doksan yaşlarında vefat etmiş ve yaşlanınca sırayla çocuklarında dolaşmış, son zamanlarını da kızlarının yanında geçirmişti. “Belki benim kadar yaşarsan, az çocuğun olursa bıkarlar” demişti.
Bazen insan çok yaşlanmadan da bakıma muhtaç olabiliyor.
Hayat, tecrübelilerin tecrübesinden faydalanıldığı taktirde kolaylaşır. Bunu yaşayarak gördük. Hem yaşlı annemin bakımında, hem benim hastalığımda.
Doktorum ile görüşmeler ve gereken tetkiklerin ardından beş hafta sonra ameliyat için gün aldık. Bir arkadaşın dediği gibi ameliyat en kolayıydı.
Ameliyat odasına girdiğim gibi narkoz verilmişti ve üç-dört saat sonra kendimi ayılmış ve odama gitmek üzere iken bulmuştum. Ameliyat acıları, ağrı kesici ve antibiyotik ilaçların etkisiyle hafifletildiği için vücudun tümünü etkileyen kemoterapi ilaçları gibi uzun süre rahatsız etmiyordu. Ameliyattan bir hafta sonra patoloji sonucu belli olmuş ve sonuç iyi çıkmıştı. Bu sevindirici bir haberdi ve tedavi süreci başta planlandığı üzere devam edebilecekti. Kontroller ve kolumun hareket etmesini sağlamaya yarayan egzersizlerle geçen dört hafta sonunda radyoterapi için hazırlıklar başladı. Koltuk altı lenf bezlerinin alınmasıyla kolda damar çekilmesi gibi sıkıntıların oluşmaması için verilen egzersizlerin düzenli yapılması gerekiyordu. Aksi taktirde kolun açılabilmesi için fizik tedavi gerekecekti.
Ameliyat sonrası verilen iki egzersiz ile kolumdaki kasılma düzelmeyince artık hareketlerimin kısıtlı olacağı düşüncesi ile kaygılandım. Fizik tedavi ile uğraşmak istemiyordum. Radyoterapi sonrası meydana gelebilecek olan damar çekilmelerini önlemek için sekiz farklı kol hareketi verilmişti. Bunları yaptıkça kolumda açılma gerçekleşti ve zamanla kol hareketlerim normale döndü.
Bir kanser hastasının tabiriyle; önce zehirlediler, sonra kestiler, şimdi de sıra yakmaya gelmişti. (2)
Kemoterapi aldığım ve ameliyat olduğum hastane evimize yakındı. Doktor ve hemşireler konusunda bir sıkıntı yoktu. Fakat aynı hastanede bayan radyasyon onkolojisi uzmanı olmadığı için, araştırmamız sonucu doktorun ve teknikerlerin bayan olduğu daha uzak bir hastanede karar kıldık.
Hastane sürecinde en çok sıkıntı çektiğimiz hususlardan biri de mahremiyet meselesi idi. Ücretsiz olarak birçok tetkikleri, tedavileri yaptırabileceğimiz halde bizim değerlerimizi dikkate almayan doktor ve sağlık çalışanları ile sorun yaşamamak için özel hastaneleri araştırarak bu konuda bizi sıkıntıya düşürmeyecek olanları tercih ettik. Kendileri mahremiyet konusunda duyarlı olmasalar da bu konuda hassas olanları korumaları bizim için bir avantajdı.
Bu konuda Allah’ın bize verdiği imkanlar için şükrederken, bu hassasiyeti taşıyıp imkanları olmadığı için zor durumda kalan tüm kardeşlerime dua ettim.
Senelerdir bu durumun halledilememesini düşündükçe de çok hayıflandım.
Kadın çalışanların çok olduğu Müslüman bir ülkede bu meselenin halledilmesi o kadar da zor olmamalıydı.
Daha önce yoğun bakımlarda yaşanan bu özensizliği dile getiren bir hocanın aldığı tepkiler gerçekten çok üzücüydü.
Seksen yaşındaki annem, hastanede tedavi gördüğü bir sırada, kadın hemşireler varken erkek hemşirenin sonda takması, annemin travma yaşamasına sebep olmuştu. Kardeşlerim annemin, “Beni niye hastaneye getirdiniz, ölseydim daha iyiydi” sitemlerine maruz kalmışlardı.
Daha sonra başka bir rahatsızlığı için hastaneye gittiğimizde erkek doktora muayene olmamak için direnmiş, hemşire bakmak zorunda kalmıştı. Yoğun bakımda bir gün geçirmek zorunda kalmış, bu esnada yaşadığı sıkıntılardan dolayı, daha sonraki hastaneye gidişlerinde yoğun bakıma gitmemek için direnç göstermişti. “Bir daha asla yoğun bakıma gitmem” diyerek bu konudaki kararlılığını ifade ediyordu.
Tıp fakültelerinin çoğaldığı, imkânların arttığı böyle bir zamanda; bayan ve erkek tıp fakültelerinin ayrı olmasını teklif etmenin veya hastanelerde bayanla ilgili bölümlerde bayan doktor, hemşire ve hizmetli tercih etmemizin bile yadırganacağı bir duruma gelecek kadar değişti algılarımız. Hep beraber böyle bir işleyişin normalleşmesine, tıpta, doktorlukta her şeyin mubah olmasına göz yumduk. Medya da buna katkıda bulununca artık utanma duygusu, ayıp, mahrem gibi kavramlar değerini yitirir, bu konuda duyarlılık gösterenler kınanır oldu.
“Bir şey koptu benden her şeyi tutan şey” ve
“Burnunu göstermekten çekinirdi sütninem”
diyerek artık hayâ/utanma duygusunun kalktığını bildiriyordu şair Necip Fazıl Kısakürek.
İslam’ın tesettür emrine uymasa da insani bir takım prensipleri dikkate almasını beklediğimiz insanımız artık sınırsız bir özgürlüğe/ felâkete doğru yol alıyordu.
Hastanelere gerek muayene için, gerekse hasta olarak veya hasta refakatçisi olarak gelenlerin hastalıklardan ve musibetlerden hiç ibret almadıklarını görmek içler acısı geliyordu ahiret ve hesap bilincinde olan bizlere.
Bazı hastanelerdeki çalışanların kılık kıyafet konusundaki özensizlikleri sadece kendilerinin değil hastane yönetiminin de kuralsız ve başıboşluğunu ortaya koyuyordu. Özellikle ölüm kalım savaşı verilen bölümlerde, hastaların gayet kırılgan ve hassas olduğu bilindiği halde, hastane doktor ve çalışanlarının, onları bu kadar umursamaz görünmeleri, işlerini ciddiye, çevresindekileri dikkate almadıklarının bir göstergesiydi.
Bu konuda hassas olan bizleriz, onların böyle bir sınırları, değerleri yok diye kendimi avuttuğum zamanlarda okuduğum yabancı bir kitaptaki bölüm benim insani olarak haklı olduğumu ortaya koymuştu.
“Sağlıklılar ile hastalar arasında doğan mesafe, ilişkileri de sınamaya sokuyor. Hastalık bir düzeni bozuyor ama kendine özgü bir düzen oluşturuyor ve elindeki hasta pasaportuyla başka bir dünyaya giriyorsun. Orada sağlıklı insanların, dışarıdaki dünyanın mantığı önemsiz, anlamsız, kimi zamanda kinci gelmeye başlıyor.
Bir gün yine muayene için sıra beklerken, bunu çok iyi anladım. Biz halsiz, sarı benizli, başları bereli, kollarımıza ad ve numaralar yazılı bilezikler takılmış hastalar hep bir arada otururken, içeriye yakışıklı, şık giyimli, yanık tenli, güneş gözlüklü bir adam girdi. Büyük bir olasılıkla birini almaya gelmişti. O anda hepimizin gözüne batan bir diken, koşulları hiç de eşit olmayan bir meydan okumanın kahramanı gibi göründü. “Git, git, çek git buradan!” diye geçiriyordum içimden.” (1/87)
Kemoterapi aldığım hastanenin değerlendirme anketinde, çalışanların bu konuda hassasiyet göstermemelerinin özellikle genç hastaları incitebileceği uyarısında bulunmuştum. Bundan sonra da defalarca gittiğim halde hiçbir değişikliğin olmaması anketlerin de çok işe yaramadığını veya işlerine geleni yapmakta kararlı olduklarını göstermiş oldu.
Sanki hastane çalışanları bu halleriyle hayatta bu ve benzeri hastalıkların kendilerine hiç dokunmayacağından emin gibiydiler. Kansere yakalanan bir doktor bu psikolojiyi şöyle ifade ediyordu:
“Elimden geldiğince doktorluk konumuma sarılıyordum. Acınası bir şekilde beyaz önlüğüm ve doktor rozetimle gidiyordum randevulara. Eskiden başınız havada, yolunuzu kesmemeleri için hastalarla göz temasından kaçınarak rüzgar gibi geçtiğiniz bekleme odasında, herkes gibi sıranızı beklersiniz. Muayene odasına herkes gibi tekerlekli sandalyeyle götürülürsünüz. Daha önceleri aynı koridorlarda koşaradım dolaşmış olmanız kimin umurunda? “Hastane kuralı böyle” diyordu hastabakıcı. Yürüyemeyecek durumdaki biri gibi muamele görmeye boyun eğmeniz gerekiyordu.” (2)
“Homeopatinin* tersten akıl yürütme tarzı beni müthiş heyecanlandırsa bile, ışın tedavimden vazgeçip kendimi devanın sihrine emanet etme varsayımını asla ciddiye alamazdım. Belki ben de bilimsel önyargıların bir kurbanıydım ama böyleydim işte. Meraklı ama mantıklı, keşifçi ama asla gözü kara değil!” (1/169)
Radyasyon onkolojisi doktorumun hastalık ve tedavi raporlarını incelemesi, muayene ve ışın verilecek bölgenin işaretlenmesi işlemlerinin ardından kararlaştırılan günde tedaviye başladık.
Yaklaşık on beş dakika süren seanslar kemoterapi kadar rahatsız edici değildi.
Kımıldamadan makine içinde durulması gerekiyor ve hastanın yanında hiç kimse olmuyordu.
Bazı hastalar bu halde kendilerini çok yalnız hissettiklerini söylüyorlardı. Bizim içinse böyle yalnızlık vakitleri Rabbimizi zikretmek, O’na dua ve yakarışta bulunmak için bulunmaz fırsatlardı.
Her bir hastaya durumuna göre genelde yirmi-otuz seans radyoterapi (ışın) veriliyordu. Benim için ise beklemediğim yüksek bir sayıda verilmişti: Otuz seans. Bu, ameliyat şekli ve kanserin evresiyle irtibatlıydı. Benimki üçüncü evreydi ve ameliyatla, kemoterapi tedavisiyle neredeyse hiç kalmamış olan tümörün, sadece bulunduğu alan alınmıştı.
Bazen verilen bölge ve çevresindeki organların etkilenmesine göre rahatsızlıklar veren radyoterapi, çoğu zaman vücudun tümünü de etkileyerek yorgunluğa sebep oluyordu.
Radyoterapi uygulanan bölgede kızarık ve yanık olmaması için önerilen koruyucu ve nemlendirici krem veya yağların sürülmesi, kolda ödem, şişlik ve kasılma gibi tahribatın olmaması için egzersizlerin aksatılmadan yapılması gerekiyordu.
Doktor veya hemşireler, yanıkları gideren krem veya nemlendirici kullanılmasını söylemeyi ihmal ettiklerinde veya hastalar söylendiği halde dikkate alıp kullanmadıklarında, vücutta ciddi yanıklar olabiliyordu.
Tedaviler sonucu bu sıkıntıları yaşayanlardan duyduğum olumsuzluklar egzersizleri devamlı yapmamda ve kremleri düzenli kullanmamda etkili olmuştu.
*Homeopati: Kişiyi sadece şikayeti ile değil fiziksel, duygusal ve zihinsel olarak değerlendirip ele alarak tedaviyi bitkisel ve mineral özlü özel ilaçlarla yapan alternatif tıp yöntemidir.
“Yaşlılık yüzünden en çok acı çekenler, hayatları boyunca görünümlerine çok önem vermiş olanlardır. Kalp krizi, felç ya da başka bir hastalık yüzünden o görüntüyü kaybettiklerinde en zor onlar toparlanır.” (1/36)
Ciddi bir hastalığa yakalananlar hayata tutunmak, hastalığa ve ölüme odaklanmamak için somut sebepler, uğraşılar bulmalıdır.
İnsanın fıtratında bulunan arzuların ne kadar önemli olduğunu hastalık teşhisi konulduğunda benim yaşama devam etmek için çok önemli bir sebebimin olmadığını hissedince anladım. Çocuklarımı evlendirmiş, beni hayata bağlayan en önemli görevlerimi yerine getirmiştim. Ölümden kaçmam için bir sebep yoktu. “Ömrü uzun ameli güzel olan mü’min” övülmüştü ama birçok şeyin her geçen gün daha kötüye gittiği bu zamanda her şey yolunda giderken hayırlısıyla imtihanı noktalamak da iyi bir şey olabilirdi.
İnsanı hayata bağlayan bu tutkular Kur’an’da şöyle bildiriliyordu:
“Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer ancak Allah’ın katındadır.” (Âl-i İmran Suresi 14. Ayet)
Ayette belirtilenlerin ve günümüzde bunlara eşdeğer olanların hayatın gayesi yapılmaması ve Allah’ın emirlerini yerini getirmeye engel teşkil etmemesi için insanlar uyarılıyordu.
Bizler birçok arzumuzu dengede tutmamız gerektiğini biliriz. Bunlardan tamamen vazgeçmek, ahiretimizi kazanacağımız yer olan dünyayı önemsememek, bırakmak demektir. Sanılır ki, dünya bırakılınca ahirete hazırlık daha güzel olur.
Gördüm ki, insanı hayata bağlayan somut bir neden olmayınca, kişi geleceğe inancını yitirince manen de zayıflayabiliyor.
Bir tanıdığımın yakını karşılaştığı bir sıkıntıyı aşamayarak kendini ölüme bırakmış, hiçbir ibadetini yapamadan senelerce yatağa mahkûm olarak bir ölü gibi yaşamıştı.
Bir başkası karşılaştığı hastalığa ve çocuklarının yaşadıkları sıkıntılara takılarak yaşama isteğini yitirmiş, her gün ölmediğine üzülerek hayatı kendine zehir etmiş, çekilmez kılmıştı. Bu ruhsal sıkıntılar manevi hayatını da olumsuz etkilemiş, birçok şeyi içinden gelerek değil, yapması gerektiğini bildiği ve alıştığı için yapmıştı.
İnsanın sürekli öleceğini düşünmesi ve ona kilitlenmesi yaşam enerjisini tüketiyor ve ne kadar kaldığını bilmediği ömrünün kalitesini düşürüyordu.
“İnsan ancak kendi ile mutlu olur, iç huzurunu kendinde yakalar. Ah bir anlasak mutluluğumuzun başka ellere, başka yüreklere bağlı olmadığını.” (6/296)
“Kulumuz Eyyûb’u da hatırla! Hani o, (ağır hastalığı sırasında) Rabbine, “Artık şeytan (beni umutsuzluğa sevk etmek için) bana bezginlik ve azap verir oldu” diye seslenmişti.” (Sa’d Suresi 41. Ayet)
Herhangi bir hastalıkla karşılaştığımızda, hastalığın meşakkat ve acısı yanında bir de içimizden gelen vesveselerle uğraşırız.
Hastalığın nedenleri, çözümleri, çözümsüzlükleri, uygun hastane-doktor bulma arayışları, çevredekilerin alternatif çözüm tavsiyeleri, uygulamaya başladığın tedavi ile ilgili olumsuz yargılar, bazen çekilen acı ve sıkıntıları unutturacak kadar meşgul eder insanı.
Oysa ilk başta araştırmalarını doğru yapmak ve karar verdikten sonra artık, gelecek tavsiye ve vesveselere kulak asmamak gerekir. Zorluklarına rağmen, başladığın tedaviye sabırla devam etmek işin en önemli noktasıdır. Elimizden geleni yapıp sonuçlara rıza göstermek ise bizi son derece rahatlatır.
Tedaviye ikna olup başladığımız zaman dahi yaşadığımız sıkıntılardan dolayı tedaviyi yarım bırakmamız konusunda vesveselerimiz olabilir. Bu konuda çevremizdekilerin daha kararlı ve tedavinin doğruluğundan emin olmaları ve hastaya tatmin edici bilgiler ve örnekler sunmaları büyük önem taşır.
Hasta, yakınlarının kendisini anlamadığını, acıyı onların çekmediğini söyleyebilir, tedavinin yan etkilerinin daimi olacağı kaygısını taşıdığı için, tedaviye devam etme konusundaki ikna çabalarına olumlu cevap vermeyebilir.
Hastanın tedaviyi sürdürme konusunda, benzer süreçlerden geçmiş ve olumlu sonuç almış tanıdıklarıyla görüşmesi ve onları dinlemesi, bazen doktorların telkinlerinden daha etkili olabilir.
Hastanın bir yandan tedaviye devam ederken, bir yandan da ilerideki seansların zorluğunu düşünerek süreci daha yıpratıcı hale getirmemesi için ciddi bir meşguliyete odaklanması konusunda çevresindekilerin yardımı gerekebilir.
“Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur.” (Şuara Suresi 80. Ayet)
Biz şifanın Allah’tan olduğunu biliriz.
“Ayağını yere vur (dedik), işte sana (hastalıklarından kurtulmak üzere) yıkanılacak ve içilecek serin bir su!”
(Sâd Suresi 42. Ayet)
Bize düşen “ayağımızı yere vurmak” yani bir çaba ortaya koymak, sebeplere sarılmak, söylentilerle hareket etmeden, duygusallığa yer vermeden, düşünerek, akıllı adımlar atmaktır.
Kur’an’da hastalığa sabır konusunda örnek gösterilen Eyyûb Peygamber (as) ile ilgili ayetler takip edildiğinde sonucun çok güzel olduğu görülecektir. Hâlini Allah’a arz etmek, O’nun merhametine güvenmek, hastalık sürecinde çekilen acılara sabrederken şeytandan gelen vesveselerden de Allah’a sığınmak ve O’ndan yardım istemek...
“Bunun üzerine biz, tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler için anılacak bir örnek olmak üzere onun duasını kabul ettik; kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa giderdik...” (Enbiya Suresi 84. Ayet)
Kemoterapinin tedaviden vazgeçmeyi düşündürtecek kadar yıpratıcı olan yan etkileri yavaş yavaş azaldıkça bu ayeti daha iyi anladım ve üzerimde Allah’ın lütfunu bir kez daha gördüm.
İlaçları alırken sürecin hiç bitmeyeceğini, sıkıntıların daimî olacağını zannediyor insan...
Başkaları bunun böyle olmayacağını söylese de... İyileştikçe her geri verilen nimet bir şükür vesilesi oluyor. Hayat normal seyrinde ilerlerken bu nimetlerin fazla farkına varamayabiliyoruz.
“Sağlıklı olmanın hiçbir organı hissetmemek” demek olduğunu, her bir organında farklı rahatsızlıklar veya işlevsizlikler hissedince anlıyorsun. İç organlarında hissettiğin ve dış görünüşünde belli olan bu sıkıntı ve eksiklikler düzeldikçe, sanki hayata yeniden başlıyor gibi oluyorsun.
Elbette tümörü vücutta etkisiz hale getirecek kadar etkili ilaçların yan etkileri de fazla olacaktır. Belki bir yıla kadar bu etkiler sürecek ve vücutta bir takım hasarlar da kalacaktır. Canımızı sıksa, bize rahatsızlık verse de belki bu izler bizim lehimizedir. İnsan unutan bir varlıktır çünkü. Her şey yoluna girince yaşadığı sıkıntıları, dolayısıyla şükretmeyi unutabilmektedir.
“Allah’ım bizleri çok sabreden, çok şükreden, çok zikreden kullarından eyle!”
Şükredecek ne çok şeyimiz var!
Rasulullah (a.s) şöyle buyuruyor:
“Mü'minin işine hayret edilir. Çünkü her durum kendisi için hayırlıdır ve bu sadece mü'mine has bir durumdur. Eğer kendisine sevinilecek bir şey isabet ederse şükreder ve bu onun için hayır olur. Eğer ona zararı dokunacak bir şey isabet ederse sabreder, bu da onun için hayır olur.” (Müslim)
Hastalığın şiddeti, ilaçların yan etkileri, tedavi sürecinin uzunluğu, sonucun olumsuz olabilme ihtimali...
Sanki dünyamızı başımıza yıkan çok büyük bir musibet gibi görünüyor. Oysa Allah'ın verdiği nimetleri saymaya kalksak asla bitiremeyiz.
Sadece sabah kalktığımızda verilen nimetleri gözümüzün önüne getirelim:
Uyanabilmek, nefes alabilmek, yataktan kalkabilmek, yürüyebilmek, lavaboya gidip sabah temizliğini yapabilmek, hayat kaynağımız su, soframızdaki her bir yiyecek, açlığı hissetmek, yeme isteği, yiyebilmek, çiğneyebilmek, yutabilmek, lezzet alabilmek, koku alabilmek, doyabilmek, sindirebilmek, iki eli ve parmakları kullanabilmek.
Bal gibi, süt gibi bir mucizenin, zeytin, peynir, domates, salatalık gibi sofralarımızı zenginleştiren, her birinden ayrı bir güç aldığımız ve zahmetsiz etimize, kanımıza, kemiğimize gönderdiğimiz bu nimetlerin şükrünü ödeyebilmek.
“Şükrümüzün azlığı için Senden bağışlanma dileriz Rabbim!”
Her gün her nimetin eksiksiz olmasına o kadar alışmışız ki küçük bir aksaklık büyük sızlanmalara, şikayetlere yol açıyor.
Ne zaman bir organımızda bir rahatsızlık hissedersek o zaman anlıyoruz onun ne kadar önemli bir görevi olduğunu. Tek kolumu kullanamayınca ve zorluğunu görünce, iki kol verildiği için ayrıca şükretmediğimin farkına vardım. Avuç içlerimin ve ayak tabanlarımın hassaslığının artmasıyla da, aslında birçok şeye dayanıklı olduğunu fark etmediğimizi anladım.
Allah’ın nimetlerinin çok farkında olmamamız şükrümüzün, sabrımızın ve kanaatkârlığımızın azlığına sebep oluyor. Gerek dilimizle, gerek güzel amellerimizle şükrümüzü içtenlikle ifade etmeli ve alışkanlık haline getirmeliyiz.
Bana gelince, şu ana kadar Rabbimin bana verdiği nimetleri ve lütfunu düşününce bunların şükrünü nasıl ödeyeceğimi bilemiyorum. Sadece “çok şükür, elhamdülillah” demenin yeterli olmadığının bilincindeyim.
Her şeyden öte zor geçen hastalık sürecimi çocuklarım küçük ve bakıma muhtaçken veya çok yaşlanıp kendi işlerimi dahi yapamayacak halde iken yaşamadığım için ayrıca şükrediyor ve gelecek için yine Rabbimin lütfunu bekliyor ve hayır diliyorum.
“Rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın salih bir amelde bulunmamı ilham et ve beni rahmetinle salih kulların arasına kat.” (Neml Suresi 19. Ayet)
Radyoterapi tedavim de bitti ve ardından beş sene sürecek günlük ilaç alımına başladım. Ağır işleri yapmamak üzere normal hayatıma döndüm. Üç ay, altı ay ve bir senelik aralıklarla kontroller devam edecek.
İlk beş sene kritik bir dönem. Ve bu hastalık kronik bir hastalık. Her an yeniden nüksedebilir.
Rabbim çektiğimiz sıkıntıları günahlarımıza kefaret, derecelerimizin yükselmesine vesile kılsın. (Amin)
Vücudumuzda bir değişiklik, bir sıkıntı hissettiğimizde ciddiye almalı, yakınlarımıza bildirmeli veya tecrübeli kişilere danışmalıyız.
Ciddi gibi görünüyorsa gecikmeden ehil bir doktora gitmeliyiz.
Ön tetkikler sonucu şüpheli görünen bir kitleyse daha ileri tetkikler, biyopsi, emar ve PET-CT yaptırmalıyız.
Kesinliği kanıtlanmamış alternatif tedavilerle vakit kaybetmemeliyiz. Doktor onayıyla destekleyici bitkileri tedavi sırasında ve sonrasında kullanabiliriz.
Yapılan tetkiklerin sonucunu en az üç farklı doktora gösterip tedavi için ortak bir fikre sahip olmalı, kendimizi rahat hissedebileceğimiz doktorları tercih etmeliyiz. (Muhatap olunacak doktorlar; genel cerrah, tıbbî onkoloji ve radyasyon onkolojisi doktoru olacaktır.)
Tedavi konusunda araştırıp yakınlarımızla beraber karar verdikten sonra tedaviye sabırla devam etmeliyiz.
Tedavi süreci uzun ve yıpratıcı olsa da bir gün biteceği ümidini taşımalıyız. Kurallara ve tavsiyelere uymaya gayret göstermeliyiz.
Sıkıntı çektiğimiz ve aklımıza takılan soruları doktorumuza mutlaka sormalıyız.
Bağışıklığımızı kuvvetlendirmek için beslenmeye dikkat etmeli fakat kilomuzu dengede tutmalıyız.
Saç dökülmesi gibi fiziksel değişiklikleri sorun etmemeli, kısa zamanda eski halimize döneceğimizin ümidini taşımalıyız. Saçın dökülme esnasındaki stresi yaşamamak için ilk kemoterapinin ardından saçımızı tamamen kestirebiliriz.
Kitap ve videolardan kanser hastalığı ve tedavi süreci ile ilgili bilgiler almaya çalışmalıyız.
Tanıdıklarımızdan bu hastalığı yaşayanlar varsa görüşüp konuşup fikir ve tavsiyeler alabiliriz fakat her hastalığın kişilere göre farklı süreçleri ve sonuçları olabileceğini unutmamalıyız.
Psikolojik olarak kendimizi kötü hissediyorsak bizi anlayacak ve destek olacak kişilere duygularımızı anlatabiliriz. Daha ileri seviyede ise bizi anlayan uzmanlardan destek alabiliriz.
Kendimizi sürekli hasta hissetmemek için görünüşümüze ve ruhen kendimizi bırakmamaya, gündemimizi sadece hastalıkla doldurmamaya dikkat etmeli, hastalığa odaklanmamak için kendimize ciddi uğraşılar bulmalıyız.
Sıkıntıları Allah’a yakınlaşmak için bir vesile olarak görmeli; dua, zikir ve salih amellerle kulluğumuzu güzelleştirmeye çalışmalıyız.
Yakınlarımızın bize yardımcı olmasını onlara yük olduğumuz şeklinde değil, onların sevap kazanmasına vesile olduğumuz şeklinde görmeliyiz. Bunlar, eğer yetişmesine emek verdiğimiz çocuklarımız ise bu bilinçte oldukları için ayrıca şükretmeliyiz.
Kıyamet koparken bir fidan olsa elimizde dikebilir miyiz?
Tüm hayat düzenimizi altüst edecek bir haber alsak devam edebilir miydik fidanı dikmeye, yaptığımız işi devam ettirmeye?
Yoksa benim derdim bana yeter mantığıyla mı hareket ederdiniz?
Yapacağım son iş bu olsa dahi deyip fidanı dikmeye devam mı ederdiniz?
Oğlumun evlilik işine öncülük etmeye çalışıyordu değerli bir ablamız. Tam da bu sırada öğrenmişti hastalığını. Böyle bir haber almak kişinin kıyametinin kopması değil miydi?
Buna rağmen bizlere hiçbir şey hissettirmemiş, evinde misafir etmişti. Müstakbel gelinimizin evine bizimle beraber gelmiş, bu süreçte yapılması gerekenler neyse onu yapmış, eline aldığı bu fidanı dikmeye çalışmıştı.
İçinde fırtınalar koparken bir fidan dikmeye çalışmak çok mu kolaydı? Çocuklarına, sevenlerine sıkıntısını hissettirmemeye çalışmak çok mu kolaydı? Bir yandan kendi tedavisiyle uğraşırken bir yandan da yaşlı annesinin tedavi ve bakımıyla uğraşmak çok mu kolaydı? Geleceğe dikilen en önemli fidandır çocuklarımız dercesine bir Whatsapp grubunda “Hedefimiz Cennet” başlığıyla torunlarına ve ulaşabildiği çocuklara peygamber hayatlarını anlatmaya çalışmak ve bir yandan hastalıkla uğraşmak çok mu kolaydı?
Bir yandan tedavisiyle uğraşıp derdinin dermanını ararken bir yandan da kendisi gibi hastalıkla imtihan olanlara tecrübelerini aktarmak için çabalamak çok mu kolaydı?
“Kıyamet kopsa da elinizdeki fidanı dikin” hadisinin yaşanması değil miydi bunun anlamı? Hayatıyla ilgili üzücü, şiddetli bir sarsıntı yaşarken insanın dünyaya dair bağlarını koparması gayet tabii bir durumdu oysa. Ancak bir Müslümanın hayatının son demlerine kadar yeryüzünün imarı ve fidanlarının dikimi için koşması Allah’ın rızasına en güzel şekilde kavuşmaya çalışmanın bir tezahürüdür. İşte böyle muazzam bir anlayış ve çaba yeryüzünün ıslahına, imarına ve medeniyetler kurulmasına, insanın cennetine vesile olabilirdi.
Bu yolda bu şekilde mücadele eden tüm kardeşlerimize Rabbimizden af ve afiyet ister, daha nice hayırlara öncülük etmesini dileriz.
Zeliha Atalay
Günlük hayatta “can” kelimesini ne de çok kullanırız. “canım istiyor”, “canım”, “can yoldaşım”, “canım arkadaşım”, “canımın içi” vs… Özellikle de “can kuşu” ifadesi. Bizim manevi yönümüzü anlatan içten bir kelimedir.
“Can kuşu”, ten kafesini elbet bir gün terk eder. “Canımın içi” dediğim kardeşimi kaybettiğimde, bu sürecin ne kadar zor olduğunu yaşayarak tecrübe ettim. Hayatın hengâmesinde bize ve yakınlarımıza hiç uğramayacağını düşündüğümüz bu imtihanın, kardeşimin gülen yüzünü solduramayacağına ve onun bu hastalığı yeneceğine kendimi inandırıyordum. Muhtemel hiçbir sıkıntıyı ona konduramıyor, olumsuz fikirleri aklıma dahi getirmek istemiyordum. Maalesef süreç içinde yaşananlar beni çok üzdü ve derinden etkiledi. Onun için hayırlı olan her sonuca razı ve duacı oldum. Ben de onun Rabbine kavuşmak isteği ile teselli buluyordum. Bu zorlu süreçte en çok düşündüğüm şey; biz ona yardım ettiğimizi düşünürken, aslında “onun bize yardım ettiği gerçeği” oldu. Nihayet bir gün “can kuşu”, ten kafesini terk etti ve bize de “güzel bir sabır” düştü. Rabbim bizi ahirette kavuştursun inşallah…
Tıpkı böyle imtihan anlarında olduğu gibi, hayatımızın her alanında “sabır” ile hareket etmek çok önemlidir. Sabrın; irade yeteneği (seçeneklerden en iyisini tercih etmek), azim ve kararlılık ile başarıya götüren üç aşamadan biri olduğu bilinen bir gerçektir.
Rabbim her birimize iradeyi vermiştir. Mühim olan bilgimizle doğruyu seçmektir. Bunun için önceden bilgi edinmeli, azim ve kararlılıkla dosdoğru yolda sabırla yürümeliyiz.
“Sabır, meyvesi tatlı kendisi acı bir ağaçtır” demiş atalarımız.
Bu imtihan dünyasında bazen çok büyük sabırlar gerektiren süreçlerle sınanırız. Bu halde bize düşen ise “güzelce sabır”dır (Yusuf/18). Ayette geçen “güzelce sabır”, şikâyet etmeden, “bu da nereden başıma geldi?” demeden sabretmektir…
Hz. Peygamber, “Sabır ilk sarsıntı sırasında gösterilen metanettir” buyurmuştur. Bu yüzden başımıza gelen her zorlukla ilk karşılaştığımız andan itibaren sızlanıp yakınmadan mücadele etmeli ve bu bilinçle sabretmeliyiz.
Elbette bize düşen, elimizden gelen her şeyi yaptıktan sonra sonucu Rabbimize bırakmaktır… O neylerse güzel eyler…
Halise Mutlu (Sosyolog, Aile Danışmanı)
Yaşadıklarımdan ve edindiğim tecrübelerden şunu öğrendim: insan önce kendini tanıyacak, sevecek ve affedecek; kimse için değil, her ne yaşarsa yaşasın sadece kendisi için affedecek. Affedemediği bütün duygu birikimi kişiyi hasta ediyor; içinde yoğun bir duygu birikimi oluyor, o duygu birikimi de sadece gerçekten affedince geçiyor ve iyileşiyor. Her zaman güçlü olmak zorunda değiliz, sadece veren taraf değil, alma-verme dengesi içinde olmamız gerektiğini, ailen, eş-dost akraban da olsa sınırlarının olması gerektiği, sınırların olmaz ise sinirlerinin çizileceğini öğrenmiş oldum. Henüz geç değilken affetme ve sevgiyle her duygunun iyileşebileceğini öğrendim.
Şeyma Demirkol
Peygamber aleyhisselam “nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz” buyuruyor. Eşimin hastalığı ve vefatında bu hadisi aynel yakin yaşayacağım aklıma gelmezdi. Hani hep dualarımızdadır ya “Allahım son nefeste kelime-i şehadet nasip et” diye. Hayatı şahit olarak yaşarsanız son nefeste de şehadet nasip oluyormuş.
Hayatı boyunca inandığı değerler doğrultusunda bildiğini mertçe anlatma, bir Müslümanı Allah için ziyaret etme ve gücü yettiği kadar bir Müslümanın derdiyle dertlenme; hastalandığı süreçte ise gücünün yettiği kadar hep hayatın içinde olup yaşama sevincini diri tutma gayretindeydi. Bastonundan destek alarak katıldığı düğünler, tekerlekli sandalye ile hatta bazen aracın içinden inmeden katıldığı cenaze namazları bunun örneklerindendi. Her zaman okuduğu Kur’an-ı Kerim’i ve hadis kitabı hasta iken de başucu kitabıydı. Ziyaretine gelenlere en son okuduklarından bir şeyler söyler, cennette buluşuruz inşallah diye dua ederdi. Hastanedeki görüştüğü diğer hastalara ve hasta yakınlarına bazen lisanı hal ile bazen sözlü olarak hakikati anlatmaya çalışırdı. Hatta bir defasında doktoru “eve göndereceğim seni, hazır mısın?” dediğinde “ben gideceğim her yere hazırım inşallah da, sen gideceğin yere hazır mısın?” demişti.
Hastalık sıkıntıları arttığından dolayı namaz kılarken secde edemiyor, daha da ağırlaşınca abdest alamayıp bir taşla teyemmüm ediyordu. “O kadar özledim ki” dedi “abdest almayı ve secde ederek namaz kılmayı”. O kadar özlem duyuyordu ki abdest almaya, bazen iki kişi koluna girerek abdest aldırmaya, bazen de bir kapla su getirip yattığı yerden abdest aldırarak bu özlemini gidermeye çalışırdık. Artık namazlarını yatarak kılabiliyordu. Son günlerinde bazen zamanın farkında olamıyor aklına geldiği her vakitte namaz kılıyordu. Yanına geldiğimde elleri göğsünde bağlı ve ağzında bir şeyler mırıldanıyorsa anlıyordum ki yine namazdaydı. Gece ve gündüz sesli sessiz dualar ve zikirler yapardı. Şehadet parmağını kaldırarak sürekli tekbir ve tevhid getirir, istiğfar ederdi.
Onkoloji servisinde yattığı son günlerde sabaha kadar getirdiği tekbir sesleriyle tüm servisi ayağa kaldırmıştı. Hastane personeli tarafından hasta ve hasta yakınları rahatsız olabilir diye uyarılıyordu bu sebepten. Fakat o dünyayla bağını koparmış “Allahu Ekber, Allahu Ekber” diyordu. Hastanedekiler “bu hasta imam mı?” diye soruyorlardı. “hayır diyorduk, imam değil sadece güzel bir Müslüman”. Sağlıklıyken söylediği bir söz aklıma geliyordu. Öğrencileri ona “hocam siz dinci misiniz bedenci mi?” diye sorduklarında “beden eğitimi öğretmenleri de Müslüman olabilir” dediğini hatırlıyordum. Hemşirelerden bazıları onu farklı bir hasta olarak gördükleri için odasına girdiklerinde dua isterlerdi. Ziyaretine gelenler arasında onun bu teslimiyetini görünce gözyaşlarını tutamayanalar olurdu. Bir akrabası “ona mı acıyalım kendimize mi” demişti.
Kime acımalıydık gerçekten?
İmanına ve teslimiyetine şahit olduğumuz hastamıza mı?
Yoksa sıhhatinin ve elindeki onca nimetin farkında olmayan bizlere mi? Nasıl yaşadığımızı ve nasıl öleceğimizi bilmeyen bizlere mi?
Sahi kime acımalıydık?
Zeliha Atalay
Zor günlerimizin güzel tesellileridir akraba ve dost ziyaretleri. Sevinçler paylaşıldıkça büyür hüzünler paylaşıldıkça küçülür deriz ya hani öyle oluyormuş gerçekten. Yaşamadan önce hasta ziyaretlerini sadece hasta için bir rahmet olarak zannederdim. Hastalıktan başka bir gündemin olmadığı zamanlarda hastaya olduğu kadar hasta yakını için de bir rahmet, motivasyon ve terapi imiş hasta ziyaretleri.
Güzel ahlakı tamamlamak için gönderilen Peygamberimiz (s.a.v) Müslümanın Müslüman üzerindeki haklarından biri olarak öğretir hasta ziyaretini bize. Kimi ziyaretçi o kadar güzel ifa eder ki bu hakkı dualar ve güzel sözlerle, hastanın ve yakınlarının üzerindeki yükü alır gider.
Bir akrabam kanser hastası olduğunu, gereksiz soru ve yorumlar duymamak için uzun süre çevresine duyurmayaya çalıştı. Yine bir arkadaşım babasının hastalığı için kendilerini arayan bir yakının “bir tanıdığım bu hastalıktan iki yıl anca yaşadı” sözünün kendilerini ne kadar üzdüğünü söylemişti. Annesine de “sen nasıl bakacaksın yatan bir hastaya” diyerek güya onun için üzüldüklerini ifade ediyorlardı. Bir dostum yatalak hasta çocuğuna bakarken “beni çocuğumun hastalığı değil insanların sözleri üzüyor” demişti. Kaş yapalım derken göz mü çıkarıyorduk acaba?
Yaptığımız hataların en büyük sebebi alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber (s.a.v)’in bu konudaki tavsiyelerini bilmemek olsa gerek.
Bilseydik onun tavsiye ettiği gibi sevabı en fazla olan hasta ziyaretinin kısa tutulan olduğunu,
bilseydik hastanın yanına girdiğimizde eceli, akıbeti hakkında güzel şeyler söyleyerek gönlünü hoş etmemiz gerektiğini,
bilseydik Peygamber (s.a.v)’in öğrettiği dualarla şifa istememizin hasta için bir şifa vesilesi olacağını,
bilseydik “hastanın duası meleklerin duası gibidir” hadisi gereğince ondan dua istemeyi,
bilseydik “hastanın canının istediğini yedirin” tavsiyesini, hastanın sağlık durumuna göre yerine getirdiğimizde bir sünneti gerçekleştirdiğimizi,
bilseydik hasta ziyaretçi kabul edecek duruma gelinceye kadar ziyaret için kabul edilmemeyi hoş görmeyi,
bilseydik hastanın yanında Peygamber (s.a.v)’in hassas davrandığını, ona eziyet verecek konuşmalara müsaade etmediğini, yorucu ve üzücü gündemler oluşturmazdık.
Farkında olmadan yaptığımız hatalardan vazgeçersek inşallah şu müjdelere nail olurduk.
“Müslüman hasta olan bir Müslümanı ziyaret ederse o ziyaretten dönünceye kadar cennet meyvesi toplar” (Müslim)
“Sabahleyin hasta ziyaretine giden Müslümana yetmiş bin melek dua eder, akşam ziyaret ederse sabahlayıncaya kadar yetmiş bin melek ona dua eder ayrıca ona cennette toplanmış meyveler de vardır.” (Müslim)
“Kim bir hastayı ya da Müslüman kardeşini Allah için ziyaret ederse bir münadi ona şöyle seslenir:
- Hoş yaşadın, gidişin de hoş oldu! Cennette de kendine güzel bir konak hazırladın.” (Tirmizi)
Ziyaret deyip geçmeyen sevinci ve hüznü paylaşan tüm ziyaretçiler hoş yaşasın ve cennette de güzel konaklar onların olsun. Amin...
Zeliha Atalay
2007 yılının ağustos ayı uzun ve zor bir yolculuğun başlangıcıydı. Eşim hastaneye gitmiş ve rahatsızlığı ile ilgili aldığı raporla eve dönmüştü. Donuk bakışları, derin sessizliği ve hiç hafızamdan silinmeyen o sıkıntılı hali her şeyi anlatıyordu. Güçlükle ağzından aldığım bir cevaptan sonra tüm genişliğine rağmen yeryüzü bana dar gelmişti. Ben böyle isem onun duyguları nasıldı düşünemiyordum. Kendime “Allah kuluna zulmetmez, Rabbim sen bununla ne hayır murad ettin ben bilmem sen bilirsin” diye telkinde bulunuyordum.
Eşim hastalığını ilk öğrendiği an dahi hiç isyan etmedi. Sürekli Eyyüb (as)’ın duasını okurdu. “Muhakkak ki bana bir hastalık dokundu. Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” O kadar benliğine yerleştirmişti ki uykuda bile bazen bu duayı tekrarladığına şahit olurdum. Hastalığının ilerleyip ağrılarının arttığı dönemlerde “vay mübarek vay” diye mırıldanırdı. Ben “ağrının nesi mübarek” dediğimde “bilemezsin, bizim için neyin mübarek neyin hayır olduğunu” derdi.
Bu hastalıkla imtihan olup da Rabbine teslim olanları ölmeden ölenler olarak görüyorum. Peygamberimiz (s.a.v) sahabeyi Mute Gazvesi’ne yolcu ederken “sancağı Zeyd alsın, o şehit olursa Abdullah b. Revaha, o da şehit olursa Cafer b. Ebu Talip alsın, o da şehit olursa içinizden birini seçin” buyurarak ilk defa bir gazveye yolcu ederken böyle söyleyerek onların şehadetini işaret etmişti. Ve bu kutlu sahabeler ölüme gittiklerini bilerek yola çıkmış, ölmeden ölmüşlerdi.
Aslında tüm insanların ölüme yakınlığı aynıdır; kişinin ihtiyar olması, kanser hastası olması belirlemiyor sırayı. Onu belirleyen şey ecelin gelmiş olmasıdır. Gencecik evlada gelir ecel, yaşlı anne baba uzun yıllar yaşar; kanser hastası yıllarca yaşar, sağlıklı insan aniden gider. Eşimin kendisini ziyarete gelen sağlıklı kişilerin cenazelerine katıldığına şahit olmuşumdur çoğu zaman. Fakat zamanını bildirmez bize Rabbimiz ki yaşarken umudumuz, heyecanımız sönmesin diye. Ama bazen bunun istisnaları olur; Zeydler, Abdullahlar, Caferler ve bu zorlu hastalıkla mücadele edenleri, bu kutlu sahabeleri şehadetle müjdelediği gibi ağır hastalıktan hayatını kaybedeni de çok özel mükâfatlarla müjdeler.
Hayattaki en zor şeylerden biri de bir kanser hastasının yakını olmaktır herhalde. Derdi veren Rabbim dermanı vermiştir diyerek doğru tedavi yöntemlerini ararsınız önce. Dua dua yakarışlarla doğru doktor, doğru hastane arayışında olmanın yoruculuğunu yaşarken bir yandan da eşinizin alıştığı düzeni bozmadan yaşamasına, mümkün olduğunca normal bir şekilde hayata devam etmesi için yardımcı olmaya çalışırsınız, durumunu takip edip yeterli ve doğru bilgiyi onu incitmeyecek şekilde aktarma çabası içinde olursunuz.
Çocukların durumdan olumsuz etkilenmeden hayatlarını normal şekilde yaşayabilmeleri için verilen mücadele, ev içi ve ev dışı sorumluluğu almak, ümitlerinizi büyütmek ve güçlü kalmaya çalışmak, moral vermek için polyannacılık oynayan fakat içinde volkanlar patlayan, her zaman en kötüye hazır olup yine en iyiyi ümit eden olmanın zorluğunu kelimelerle ifade etmek bir hayli zordur. Şöyle bir örnek sanırım mübalağa olmaz durumumu anlatmak için; sırtınızda saplı bir bıçakla yemek yediğinizi, günlük tüm işlerinizi devam ettirmeye, o bıçak sırtınızdayken tebessüm etmeye, sohbet etmeye, moral vermeye çalıştığınızı hayal edin.
Zordur her kontrol gününde sonuçlar temiz çıksın diye yalvarmak.
Zordur ameliyathane kapısında çaresiz beklemek.
Zordur küçük bir rahatsızlıkta bile acaba yine mi deyip uyuyamamak.
Zordur odasına her girdiğinizde bir şey hissetmesin diye neşeli bir ses tonuyla gülümseyerek konuşmaya çalışmak.
Aileden biriyse bu hasta, mücadeleyi ailecek verir, çaresizliğin ne olduğunu öğrenirsiniz. Bu zorlu süreç hastayı olduğu kadar hasta yakınını da güçsüz düşürüp yorabiliyor. Büyüklerimizden duyduğumuz “Allah yatana da bakana da yardım etsin” duasının ne demek olduğunu daha iyi anlıyorsunuz. Yaşadıkları tecrübeler onlara bu duayı öğretmiş. Fakat şunu unutmayalım ki hastayla ilgilenen ne kadar zorlanırsa zorlansın hasta kadar asla olamaz. Çünkü hasta yakını psikolojik olarak yıpranırken hastanın kendisi hem psikolojik hem de bedenen yıpranır.
Hastalığın bu ağırlığından dolayı da hasta en çok ilgilenen yakınındakini üzebilir, yorabilir. Fakat bu onun kendisiyle ilgilenen yakınına olan kızgınlığı değildir aslında. Hastalığın yorgunluğu, ağırlığı, verdiği ızdırabıdır. Hasta yakınının da bundan dolayı çok sabırlı ve anlayışlı olması gerekir. Çok dua etmesi, kendisini destekleyecek ayetleri, hadisleri, örnekleri çokça gündeminde tutması gerekir.
Unutmayalım hasta olan yakınımız bunu kendi tercih etmedi, hastalıkla imtihan olmadan önce o da güçlü, kuvvetli, sağlıklı biriydi. Unutmayalım “HEPİMİZ BİR HASTA ADAYIYIZ.” İmtihanımız henüz bitmedi, hayattayız ve bizi daha neler bekliyor bilmiyoruz.
Yaşadığım sıkıntılar o günlerde bana Resulullah’ın Taif dönüşü ettiği dua ile yakarmayı öğretti. “Allah’ım! Kuvvetsiz ve çaresizliğimi, halk nazarında küçük düşürülmüş olmamı ancak sana arz ve şikayet ederim. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen sıkıntı ve zulüm altında ezilenlerin Rabbisin, beni kimlerin eline bırakıyorsun? … Senden gelecek bir himaye ve koruma benim için her zaman daha hoştur. İster bu dünya da ister ahirette her işi nizama sokan ve karanlıkları aydınlatan sensin, ilahi nuruna sığınıyorum. Allah’ım senin öfken ve gazabından yine senin merhametine sığınıyorum. Sen razı oluncaya kadar af diliyorum. Tövbe ve niyaz yalnız sanadır, gerçek güç ve kuvvetin kaynağı sensin Allah’ım.”
Biz hastamızı bir hazan ayında kalbimizin hüznü ile yolun sahibine yolcu ettik. Biz henüz yoldayız, yürüdüğümüz bu yolda karşılaştığımız her zorlukta O’nun rızasına uygun davranabilmeyi O’ndan isteriz. Yolculuk bittiğinde sevdiklerimizle Firdevslerde buluşmayı dileriz.
Zeliha Atalay
Annem ve babam iki büyük oğulları olan ben ve abimi özel olarak evlerine davet ettiklerinde yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anlamıştık. Bir haber vereceklerdi ama nasıl bir haber tahmin etmek zordu. Oturduk, hal hatırdan sonra babam başladı anlatmaya: “Anneniz geçtiğimiz haftalarda vücudunda bir kitle hissetti, hastaneye gittik, kontroller ve çekimler yapıldı, kanser olabileceğini söyledi doktorlar.” Haberi verirken ne kadar zorlandıklarını hatırlıyorum. Ama ah vah etmek bize göre değildi. Hemen bu zamana kadar neler yapıldığını, hangi doktorlara gidildiğini, ne gibi çekimler yapıldığını öğrendik abimle. Teşhis için gerekli tüm tetkikler yeterince yapılmış mıydı, farklı doktorlar ne gibi çıkarımlarda bulunmuşlardı ve tedavi için ne diyorlardı hızlıca değerlendirdik.
Evet, kabul etmesi hem hasta için hem de yakını için zordu ama kabullenmek ve hemen sonraki aşamaya geçmek gerekiyordu. Herkesin eş-dost çevresinden kanser olanlar mutlaka vardı: Eşi, annesi, babası, kardeşi, evladı, yakın bir akrabası ya da dostu. Bizim de vardı ama ilk defa bu kadar yakınımızda hissetmiştik. Kanser hep ölümle birlikte yer almıştı zihinlerimizde ama umutsuzluğa yer yoktu. Araştırmalara başladık, hangi kanser türlerinde nasıl tedaviler uygulanıyor, hangi hastaneler, hangi doktorlar var, alternatif tedavi yöntemleri var mı? Kemoterapi, radyoterapi, ameliyat, yeni yöntemler. Her gün karşımıza çıkan “kansere tedavi bulundu” haberleri bile artık başka bir anlam ifade ediyordu bizim için.
Hasta zaten bu vakitlerde yeni konulan teşhisin etkisinde. Aklında bin tane konu, bin tane soru var: “Ben neden kanser oldum, sebebi acaba şu mu bu mu, şu tanıdığım kanser olmuş sonra ölmüştü, şu tedavi insanı mahvediyormuş, bu tedavinin etkisi yokmuş, ona şu ilacı vermişler, buna bu ilacı.” Hastanın aklında bu kadar soru olması normal, aklının karışık olması normal. Hasta yakınları olarak bize düşense elimizden geldiğince bu soruların cevabını bulmada yardımcı olmak, aklındaki belirsizlikleri ortadan kaldırmaktı.
Güvendiğimiz doktor arkadaşlarımızla istişare ettik. Kanserle ilgili bulabildiğimiz tüm kitapları okumaya başladık ve araştırmalar yaptık. Kanser tedavisinde uzman üç farklı doktordan randevu aldık ve önerdikleri tedavi süreçlerini öğrendik. Hepsi aynı tedavi yöntemini öneriyorlardı. Bu durumda bize düşen vakit kaybetmeden hastamız için en uygun hastaneyi bulmak ve tedaviye başlamaktı.
Hastaneler zor yerler. Allah eksikliğini de göstermesin, düşürmesin de derler ya, tam da öyle. Sizin için çok özel ve biricik olan süreçler hastanedekiler için sıradan ve her gün karşılaştıkları şeyler. Hangi hastane olursa olsun bu böyle. Biz çok şükür ki hem kemoterapi hem de sonrasındaki ameliyat sürecinde hassasiyetlerimize dikkat edecek bir hastane bulabildik. Annem zaten hastalıkla ve onun getirdiği sorunlarla meşguldü. Tedavi süresince onun fazladan yorulmasına veya sıkıntıya girmesine sebep olacak hiçbir şey olmaması için yoğun çaba sarfettik ve tüm iletişim, randevu alımı, laboratuvar kontrolü gibi konularla evlatları olarak biz ilgilendik.
Tedaviye karar vermek zordu, kemoterapiyi kabul ettirmek zordu annemize. Ama kapsamlı bir değerlendirme yaptıktan sonra ailece karar verdik, tedaviye başlayacak ve ne yapmamız gerekiyorsa sonuna kadar yapacaktık. Bu süreçte hastalıkla ilgili hiçbir bilgisi olmadan alternatif tedavi önerenler de oluyordu. Hangi kanser türü, aşaması ne, sebebi ne bilmeden ve gerçek bir bilgiye dayandırmadan yapılan öneriler de oluyordu. Tabii ki bu tavsiyeler iyi niyetle yapılıyordu ama sadece iyi niyet yetmiyordu.
Allah’ın lütfu, tedaviden hemen önce anne-babamızın oturduğu evin alt katındaki daire boşaldı. Kardeşler olarak hemen o daireyi kiraladık. Annemiz “iyi olana” kadar en az bir aile orada kalacak ve anne-babamıza yardımcı olacaktık.
Yaklaşık altı ay sürecek kemoterapi macerası başlamıştı. İlk gün tüm aile için yeni bir başlangıçtı. Kemoterapinin annemizde nasıl yan etkilere sebep olacağını bilmiyorduk ama en az zarar ile geçmesi için dua ediyorduk. İlk kürden itibaren bir takım yan etkiler baş göstermişti ama biz elimizden geldiğince olumsuz etkileri azaltmaya çalışıyorduk. Üçüncü kürden itibaren vücutta uyuşmalar başlamıştı ama şükürler olsun ki kitle de büyük oranda küçülmüştü. Bu şekilde süreç devam edecekti. Her kemoterapi seansında biz babamla birlikte hastanede bekliyor, evde de gelinleri ve kızları annem döndüğünde rahat etmesi için gerekli hazırlıkları yapıyordu. Bu süreçte en çok şükrettiğimiz konulardan biri çok kardeş olmak ve kardeşlerin birbirine destek olmasıydı.
Hasta yakını olarak en önemli mevzumuz tüm bu süreçlerde dengeyi tutturmaktı.
Annem, aldığı ilaçların etkisi ile güçsüz kalabiliyordu. Onun işlerini kolaylaştırmak için ne yapmamız gerekiyorsa yapıyor ama bir yandan da tamamen bitkin hasta moduna girmemesi için onun da günlük işleri yapmasını istiyorduk. Annemiz de bu durumun farkında olarak, kendisini bırakmıyor, bir odaya geçip yatmak yerine bizimle birlikte duruyor, torunları ile vakit geçiriyor ve bir yandan da her zamanki gibi okumalarına devam ediyordu.
Daha önce kanser geçirmiş arkadaşları ile görüşmesi anneme iyi geliyordu. Kendisini en iyi anlayanların onlar olduğunu düşünüyordu. Ama bu görüşmeler bir yandan iyi gelirken bir yandan da belki kendisi ile hiç ilgilisi olmayan olumsuz durumların onu etkilememesi için çaba sarfetmek gerekiyordu. Şunu çok iyi öğrenmiştik. Kanserin çok fazla çeşidi vardı. Her bir kanser çeşidinin de kendi için farklı tedavi yöntemleri vardı ve dahası her bir tedavinin her kişideki etkileri çok farklı olabiliyordu. Bu yüzden, başkalarının tecrübelerini dinlemesi, onlarla dertleşmesi iyiydi ancak başkalarının başına gelen olumsuz durumlardan etkilenmemesi de gerekiyordu.
Bir yandan anneme Allah’ın izniyle iyileşeceğini söylemek, neşeyi ve umudu kaybetmemek ama bir yandan da hiçbir şey yokmuş gibi davranmamak gerekiyordu. Kemoterapinin etkilerini yoğun yaşadığı bir gün bizim kendisini hiç anlamadığımızı söylemişti. Halbuki anlıyorduk ama çok hissettirmemeye çalışıyorduk. Bunun yanlış olduğunu farkettik. Bir çocuk oynarken düşüp ağladığında onu avutmak için “bir şeyin yok, kalk yavrum” dediğimizde çocuk onu ve yaşadığı acıyı anlamadığımızı düşünerek daha çok ağlar veya huzursuzlaşır. Aynısıydı. Biz anneme “iyisin iyisin, maşallah” diyorduk ama o içinde yaşadığı sıkıntıları ve tam olarak dile getiremediği kemoterapinin yan etkilerini anlamadığımızı düşünüyordu. Burada da bir denge tutturmamız gerekiyordu.
Aylar hızlıca geçiyordu. Her şeyin bir an evvel eski haline dönmesi ve annemizin şifaya kavuşması için dua ediyor ve çabalıyorduk. Kemoterapinin artan yan etkilerinden dolayı son üç kür iptal edilmiş ve ameliyat süreci başlamıştı. Ameliyat nispeten daha kolay bir süreç gibiydi. Ameliyattan sonra yapılan tetkiklerde ameliyatın başarılı geçtiği ve kanserli kitlenin tamamen vücuttan alındığını öğrenmiş ve şükretmiştik. Bundan sonrası iki ay sürecek radyoterapi seanslarıydı. Kemoterapi süreçlerini takip ettiğimiz hastanede radyoterapi bölümü hassasiyetlerimize uygun olmadığı için daha uzakta başka bir hastaneye gitmeye karar verdik. Otuz seans radyoterapiden sonra hastane süreçlerimiz büyük oranda bitmişti. İlk teşhisten son radyoterapiye kadar yaklaşık bir yıl süren bu süreçten hepimizin alması gereken farklı dersler vardı.
Artık geriye beş yıl boyunca düzenli olarak ilaç kullanılması, altı ayda bir kontrollerin yapılması kalmıştı. Ve tabii annemizin tedavi süresince kullandığı ilaçların yan etkilerinden kurtulması için biraz daha vakte ihtiyaç vardı.
Bu imtihanın zorlu kısmını hayırla atlatmıştık. Duamız bu hastalıkla tekrar imtihan olmamaktı. Bundan sonra bize düşen bu süreçte edindiğimiz tecrübeleri bu hastalığı yaşayan başka kimselerle de paylaşmak ve elimizden geldiğince yardımcı olmaktı. Rabbimizden hastalarımıza şifa vermesini, hasta yakınlarına da kolaylık vermesini niyaz ederiz.
“Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 155)
“Onlar başlarına bir musibet geldiğinde: Şüphesiz biz Allah'a aitiz ve O'na döneceğiz derler.” (Bakara, 156)
“De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası başımıza gelmez. O bizim dostumuzdur. Mü'minler yalnız Allah'a güvensinler.” (Tevbe, 51)
“Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet başa gelmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya iletir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Teğâbun, 11)
“Şu halde, güzel bir sabır ile sabret!” (Meâric, 5)
“Rabbinin hükmünü sabırla bekle! Unutma ki sen bizim gözetimimiz altındasın.” (Tûr, 48)
“Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” (Rahmân, 13)
“Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım isteyin! Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 153)
“Yoksa siz, Allah, içinizden cihadı edenleri belirtip-ayırt etmeden ve sabredenleri de belirtip-ayırt etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” ( l-i İmrân, 142)
“Sabret; senin sabrın ancak Allah(ın yardımı) iledir.” (Nahl, 127)
“Yavrucuğum! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülükten sakındırmaya çalış, başına gelenlere sabret! Doğrusu bunlar, azim ve kararlılık gösterilmeye değer şeylerdendir.” (Lokmân, 17)
“Sabretmenize karşılık selâm sizlere. Dünya yurdunun sonucu (olan cennet) ne güzeldir!” (Ra'd, 24)
“Sabretmiş olmaları sebebiyle, bugün ben onları mükâfatlandırdım. Şüphesiz onlar ‘kurtuluşa ve mutluluğa’ erenlerin ta kendileridir.” (Mü'minûn, 111)
“İşte onlara, sabretmelerine karşılık cennetin en yüksek makamı verilecek, orada hürmet ve selamla karşılanacaklardır.” (Furkân, 75)
“...Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216)
“...Karar verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever.” ( l-i İmrân, 159)
“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” (İnşirâh, 5-6)
“Onlara darlık ve sıkıntı geldiği zaman, yalvarıp yakarsaydılar ya. Ama nerede, kalpleri katılaşmış ve yapageldikleri şeyleri, şeytan onlara süsleyip çekici duruma getirmiştir.” (En’âm, 43)
“Andolsun, sizi yeryüzünde yerleşik kıldık ve orada size geçimlikler yarattık. Ne az şükrediyorsunuz?” (A’râf, 10)
“Rabbiniz şöyle buyurmuştu: “Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz benim azabım pek şiddetlidir.” (İbrahim, 7)
“Siz, hiçbir şey bilmezken Allah, sizi analarınızın karnından çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.” (Nahl, 78)
“Hâlbuki O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri yaratandır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” (Mü’minûn, 78)
“Şüphesiz senin Rabbin insanlara karşı lütuf sahibidir. Ancak onların çoğu şükretmezler.” (Neml, 73)
“Bu, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek için, Rabbimin bana bir lütfudur. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse (bilsin ki) Rabbim her bakımdan sınırsız zengindir, cömerttir.” (Neml, 40)
“Rahmetinden dolayı, Allah, geceyi ve gündüzü yarattı ki geceleyin dinlenesiniz (gündüzün) ise O'nun lütuf ve kereminden (rızkınızı) arayasınız. Umulur ki şükredersiniz.” (Kasas, 73)
“Sonra onu ‘düzeltip bir biçime soktu’ ve ona ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz?” (Secde, 9)
“Derler ki: Bizden üzüntüyü gideren Allah’a hamdolsun. Doğrusu Rabbimiz bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir.” (Fâtır, 34)
“Çünkü Allah mükafatlarını kendilerine tamamen ödediği gibi lütfundan onlara fazlasını da verecektir. O çok bağışlayıcıdır, şükrün karşılığını bol bol verir.” (Fâtır, 30)
“O halde yalnız Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol!” (Zümer, 66)
“Dinlenesiniz diye geceyi, (işlerinizi) göresiniz diye de gündüzü sizin için yaratan Allah'tır. Gerçekten Allah insanlara karşı lütuf sahibidir. Buna rağmen insanların çoğu nankörlük ederler/şükretmezler.” (Mü'min, 61)
“O, dilerse rüzgârı durdurur da onlar denizin üstünde durakalırlar. Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.” (Şûrâ, 33)
“Allah’ın nimetini saymaya kalksanız sayamazsınız. Şüphesiz Allah bağışlayıcı, rahmet edicidir.” (Nahl, 18)
“Tarafımızdan bir lütuf olarak kurtardık. Şükredenleri biz böyle mükâfatlandırırız.” (Kamer, 35)
“Biz insanı katışık bir nutfeden yaratmışızdır. Onu deneriz; bu yüzden, onun işitmesini ve görmesini sağlamışızdır.” (İnsan, 2)
“Biz ona yolu gösterdik; artık ya şükredici olur, ya da nankör.” (İnsan, 3)
“Şu halde beni anın ki ben de sizi anayım ve bana şükredin, bana karşı nankörlük etmeyin.” (Bakara, 152)
“İnsana bir sıkıntı dokundu mu, gerek yan üstü yatarken, gerek otururken, gerekse ayakta iken (her hâlinde bu sıkıntıdan kurtulmak için) bize dua eder. Ama biz onun bu sıkıntısını ondan kaldırdık mı, sanki kendisine dokunan bir sıkıntı için bize hiç yalvarmamış gibi geçer gider. İşte o haddi aşanlara, yapmakta oldukları şeyler, böylece süslenmiş (hoş gösterilmiş)tir.” (Yunus, 7)
“Eğer siz iman eder ve şükrederseniz, Allah size neden azap etsin! Allah şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir.” (Nisa, 147)
“Tedavi olun ey Allah'ın kulları! Çünkü Allah yarattığı her bir hastalık için devasını yaratmıştır. Ancak bir hastalık müstesnadır... O ihtiyarlıktır.” (Tirmizi)
“Allah hastalığı da şifayı da yarattı ve her dert için bir derman yarattı. Tedavi olunuz. Ancak haram ile tedavi olmayınız.” (Ebu Davud)
“Bir gün (bir adam tarafından) Rasulullah (as)’a:
- Tedavi için kullandığımız ilaçlar, şifa isteği ile okunan dualar ve korunmak için kullandığımız koruyucu şeyler hakkında ne buyurursun? Bunlar Allah'ın kaderinden bir şey geri çevirir mi? diye soruldu.
Rasulullah (as) şöyle buyurdu:
-Bunlar da Allah'ın kaderindendir.” (Tirmizi)
“İnsanların çoğunun kıymetini bilemediği iki nimet vardır: sağlık ve boş vakit.” (Buhari)
“İman iki kısımdır; yarısı sabırdır, yarısı şükürdür.” (Beyhâki)
“Herhangi bir müslümanın başına yorgunluk, hastalık, düşünce, keder, acı ve kaygıdan diken batmasına varıncaya kadar, her ne gelirse Allah bunları o Müslümanın hatalarına kefaret kılar.” (Buhari, Müslim)
“Ümmü Seleme'den (ra) Rasulullah (as)’ı şöyle buyururken dinledim:
Herhangi bir kul sıkıntıya düşer de “Biz Allah'tan geldik, Allah'a döneceğiz. Allah’ım başıma gelen musibetin ecrini ver ve bundan daha hayırlısını lutfet.” diye dua ederse, Allah Teala onu uğradığı sıkıntıdan dolayı mükafatlandırır ve ona kaybettiğinden daha hayırlısını verir.” (Müslim)
“(Asıl) Sabır, musibetle ilk karşılaşma anında olandır.” (Ebu Davud)
“Sabretmeye gayret edene, Allah sabır ihsan eder. Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nimet verilmemiştir.” (Buhari, Müslim)
“İbadetlerin en üstünü sıkıntı halinde kurtuluşu sabırla beklemektir.” (Tirmizi)
“Sizden biriniz kendisine gelen bir sıkıntıdan dolayı ölümü istemesin. Fakat: Ey Allah'ım, yaşamak benim için hayırlı olduğu sürece beni yaşat; ölüm benim için daha hayırlı olduğu zaman da canımı al desin.” (Ebu Davud)
“En hayırlı insan, ömrü uzun ve ameli güzel olan kimsedir.” (Tirmizi)
“İnsanın her bir eklemi için her gün bir sadaka gerekir. Binaenaleyh her tesbih bir sadakadır, her hamd sadakadır, her tehlil sadakadır, her tekbir sadakadır. İyiliği tavsiye etmek sadakadır, kötülükten sakındırmak sadakadır. Kulun kuşluk vakti kılacağı iki rekat namaz bütün bunları karşılar." (Buhari, Müslim)
“Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız. Bu, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hor görmemeniz için daha uygun bir davranıştır.” (Müslim, Tirmizi)
“Rabbimiz! İman ettik, Sen artık bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.” (Mü'minûn, 109)
"Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve bizi müslüman olarak öldür." (A'raf, 126)
“Sen bizim dostumuz ve yardımcımızsın. Bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bağışlayanların en iyisisin. Bize bu dünyada da ahirette de iyilik yaz. Şüphesiz biz Sana yöneldik…” (A'raf, 155-156)
“Allah'ım! Senin rahmetinden ümidimizi kesmeyiz. Doğrusu kafirlerden başkası Senin rahmetinden ümidini kesmez.” (Yusuf, 87)
“Rabbimiz! Katından bize bir rahmet ver ve işimizden bize doğruyu kolaylaştır.” (Kehf, 10)
“Rabbim! Sana yalvarırım, Sana yalvarışımda mahrum kalmayacağımı umarım.” (Meryem, 48)
“Rabbim! Beni yaratan ve bana yol gösteren, bana yediren ve içiren, hastalandığım zaman bana şifa veren Sensin.” (Şuara, 78-80)
“Allah’ım bize dünyada da ahirette de iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru.” (Bakara, 201)
“Rabbim! Bana ve anne babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya beni muvaffak kıl. Rahmetinle beni iyi kullarının arasına kat.” (Neml, 19)
“...Senden başka ilah yoktur, eksik sıfatlardan uzaksın. Gerçekten ben haksızlık edenlerden oldum.” (Enbiyâ, 87)
“Ben mağlubum, bana yardım et.” (Kamer, 10)
“Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra muhtacım.” (Kasas, 24)
“Allah’ım! Ben işlerimi Sana bırakıyorum, doğrusu Sen kullarını görürsün.” (Mü'min, 44)
“Rabbim şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım. Ve onların benim yanımda bulunmalarından Sana sığınırım.” (Mü'minûn, 97-98)
“...Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği şeyleri yükleme. Bizi affet, bizi bağışla, bize acı. Sen Mevlamızsın...” (Bakara, 286)
“Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, adımlarımızı sabit kıl (kaydırma)...” (Bakara, 250)
“Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.” ( l-i İmran, 173)
“Allah bana yeter. O'ndan başka ilah yoktur. O'na dayandım. O büyük arşın Rabbidir.” (Tevbe, 129)
“Allah’ım! Senin kolay kıldığından başka kolay yoktur. Dilediğinde zoru kolaylaştıran Sensin.” (İbn-i Hibban, İbn-i es Sunnî)
“Bu hastalığı gider ey insanların Rabbi! Şifa ver, çünkü şifa verici Sensin. Senin vereceğin şifadan başka şifa yoktur. Öyle şifa ver ki hiçbir hastalık bırakmasın.” (Buhari)
“Biz Allah'tan geldik, Allah'a döneceğiz. Allah'ım başıma gelen musibetin ecrini ver ve bundan daha hayırlısını lutfet.” (Müslim)
“Küfür ve dalalet dışında her hâl için Allah'a hamd olsun.” (Tirmizi, İbn-i Mâce)
“Rabbim! Beni Sana şükreden, Seni zikreden, Sana hakkıyla kulluk eden, gönülden Sana muhabbet duyan, Sana yönelen, Sana boyun büken kıl.” (Ebu Davud)
“Allah’ım! Bedenime afiyet ver, işitmeme afiyet ver, görmeme afiyet ver. Senden başka ilah yoktur.” (Ebu Davud)
“Allah’ım! Dünya ve Ahiret sıkıntılarından Sana sığınırım.” (Ebu Davud)
“Allah’ım! Senden istenecek şeylerin en hayırlısını isterim. Hayırlı dua, hayırlı kurtuluş, hayırlı amel, hayırlı sevap, hayırlı hayat, hayırlı ölüm isterim.” (Zehebi)
“Allah’ım! Seni zikretmemiz, Sana şükretmemiz, Sana güzelce ibadet etmemiz için bize yardım eyle.” (Hâkim)
“Allah'ım! Dünya musibetlerini küçük gösterecek sağlam bir iman ver.” (Tirmizi)
“Allah'ım! Dinimi salih kıl, o benim işimin iffetidir. Dünyamı salih eyle, yaşamım ondadır. Bana türlü türlü hayırlarla uzun ömür ver. Ölümü benim için bütün şerlerden beri kıl.” (Müslim)
“Allah’ım! Kulağımızı, gözümüzü ve aklımızı bize yararlı kıl. Onları bizimle sürekli kıl. Onlarla gelecek nesillere yararlı olacak işler yaptır.” (Tirmizi, Hâkim)
“Allah’ım! Beni nefsimin şerrinden koru. İşin en doğrusunu yapmaya beni kararlı kıl.” (Hâkim)
“Allah’ım! Senden tükenmeyen bir nimet isterim. Bitmez bir sevinç isterim. Kaza’dan (hakkımdaki takdirinden) sonra Senden rıza isterim. Ölümden sonra rahat bir hayat isterim. Zarar veren bir darlıkta olmadan, saptıran bir fitneye düşmeden, Senin yüzüne bakmanın izzetini (lezzetini), Sana kavuşmanın şevkini isterim.” (Nesai, Ahmed bin Hanbel)
“Allah’ım! Ömrün en rezil (zor) kısmına ulaşmaktan Sana sığınırım.” (Buhari)
“Allah’ım! Bütün işlerimizin sonucunu güzel kıl. Bizi dünyada rezil olmaktan, ahirette de azaptan muhafaza buyur.” (Ahmed bin Hanbel)
“Allah’ım! Dinim, dünyam ve ahiretimde Senden af ve afiyet istiyorum. Beni mahrum etme, geri çevirme. Ey merhametlilerin en merhametlisi!” (Tirmizi)
“Allah’ım! Senin rahmetini umarım. Beni göz kırpacak kadar bir an bile nefsimle baş başa bırakma. Bütün işlerimi salih kıl. Senden başka ilah yoktur.” (Ebu Davud)
“Allah’ım yakarışlarım Sanadır. Bana yapabileceklerimin en hayırlısını yapma gücü ver.” (İbn-i Kesir)
“Rabbim! Verdiğin nimetlerin yok olmasından, afiyetlerin değişmesinden, azabın ansızın gelmesinden ve buğz ettiğin, rızana aykırı her şeyden Sana sığınırım.” (Müslim)
“Ya Rabbi! Eğer bu başıma gelenler Senin bana kızgınlığından dolayı değil ise ben bunların hepsine sabrederim.” (Şuhbe)
“Allah’ım! Ömrümün en hayırlısı son ömrüm, işlerimin en hayırlısı son işim, günlerimin en hayırlısı Sana kavuştuğum gün olsun.” (Hz. Ebubekir’in Duası, İmam Nevevi - El Ezkar)
“Rabbim kolaylaştır, zorlaştırma. Hayırla tamamlat.” (Hz. Ebubekir’in Duası, İmam Nevevi - El-Ezkar)
“Sıkıntıya düşen kimse dua ettiği zaman, onun duasını kabul edip fenalığını gideren, sizi yeryüzünde her şeye hakim kılan kimdir? Allah ile beraber başka ilah var mıdır? Ne az düşünüyorsunuz?” (Neml, 62)
“Kullarım Beni sana soracak olurlarsa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki doğru yolu bulmuş olurlar.” (Bakara, 186)
“Rabbinin adını an ve kalbini her şeyden arındırarak bütün gönlünle O'na yönel.” (Müzzemmil, 8)
“O daima diridir. O'ndan başka ilah yoktur. O halde, dinde ihlaslı ve samimi kişiler olarak O'na dua edin. Her türlü övgü âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.” (Mü'min, 65)
“Rabbinize yalvara yakara ve gizli olarak dua edin. Şu bir hakikattir ki O haddi aşanları sevmez. Islah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah'a korku ve ümit ile dua edin. Şüphesiz Allah'ın rahmeti iyilik edenlere çok yakındır.” (A'râf, 55-56)
“(Allah'ım!) Bana ve anne babama verdiğin nimetlere şükretmemi, Senin razı olacağın salih amel işlememi bana ilham et. Neslimi de salih kimseler yap. Şüphesiz ben Sana döndüm. Muhakkak ki ben sana teslim olanlardanım.” (Ahkâf, 15)
“En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na onlarla dua edin...” (A'râf, 180)
“İyi bilin ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla yatışır.” (Ra’d, 28)
“Deki: Eğer sizin O'na ibadet ve duanız olmazsa, Rabbinizin indinde ne değeriniz var?” (Furkân, 77)
Hz. Peygamber (s.a.v) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Sizden hiçbiriniz başına gelen bir sıkıntıdan ötürü ölümü asla temenni etmesin. Şayet ölümü istercesine olağanüstü bir darlık içinde kalırsa, o zaman şöyle desin: "Allah’ım! Benim için yaşamak hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat, benim için ölüm hayırlı olduğu vakit de beni öldür.” (Tirmizî)
Rasulullah (as) buyurdular ki:
“Allah Teâlâ’nın fazlından isteyin. Zira Allah, kendisinden istenmesini sever. İbadetin en faziletlisi de (dua edip) kurtuluşu beklemektir.” (Tirmizi)
Rasulullah (as) buyurdular ki:
“Kime dua kapısı açılmış ise, ona rahmet kapıları açılmış demektir. Allah'a talep edilen şeylerden Allah'ın en sevdiği, âfiyettir. Dua, inen ve inmeyen her çeşit (musibet) için faydalıdır.” (Tirmizi)
Rasulullah (as) buyurdular ki:
“Allah Teâlâ kendisinden istemeyene gazap eder.” (Tirmizi, İbn Mace)
Rasulullah (as) buyurdular ki:
“Kul Rabbine en ziyâde secdede iken yakın olur. Öyle ise (secdede) duayı çok yapın.” (Müslim)
Rasulullah (as) buyurdular ki:
“Müslüman kimsenin kardeşi için gıyabında yaptığı dua müstecaptır. Dua edenin baş ucunda onun için görevlendirilmiş iki melek vardır. (Müslüman) Kardeşi için hayır dua yaptıkça bu melek: "Amin, istediğin şeyin bir misli de sana olsun" der.” (Müslim)
Rasulullah (as) buyurdular ki:
“Allah'a duayı, size icabet edeceğinden emin olarak yapın. Şunu iyi bilin ki, Allah gafletle (başka meşguliyetlerle) oyalanan kalbin duasını kabul etmez.” (Tirmizi)
İbn-i Mes'ud (ra) anlatıyor:
“Rasulullah (as) duayı ve istiğfarı üç kere yapmaktan hoşlanırdı.” (Ebu Davud)
Rasulullah (as) buyurdular ki:
“Dilin daima Allah'ın zikriyle ıslak olsun.” (Ahmed bin Hanbel)
Selman (ra) anlatıyor:
Rasulullah (as) buyurdular ki:
"Rabbiniz Hayy'dır, Kerim'dir. Kulu dua ederek, kendisine elini kaldırdığı zaman, O ellerini boş çevirmekten utanır. (Tirmizi)
Bazen fırtınalar iyi gelir insana. Tekneyi biraz yıpratır ama, güvertede hiç pislik kalmaz. (Icarus)
Ayağın kırıldı diye üzülme. Allah belki sana kanat verecek. (M. Celaleddin-i Rûmi)
Dertli kişinin tereddüt ve elemlerle dolu gönül evi vardır. Onu dinlemek, o eve pencere açıp onu havalandırmak demektir. (M. Celaleddin-i Rûmi)
Başımıza gelen olumsuz hadiseler, musibete uğramış başka insanlarla bir ortaklık kurmamıza, onları daha iyi anlamamıza ve onlara daha fazla yardımcı olmamıza vesile olur. (3)
Eğer bir acıdan kaçınamıyorsak, o acıyı çekmeyi öğrenmeliyiz. (Nietzsche)
Musibetleri kolaylıkla atlatmanın ve acıları hafifletmenin yolları vardır. Tahammülsüzlük musibetlerden doğan acıları daha da artırmaktadır. Musibetler karşısında sabırlı metanetli davrananlar onların etkisinden daha çabuk kurtulur. (Mâverdî)
Sabır, acı olanı yüzünü ekşitmeden içmendir. Yani şikayet ve feryatta bulunmadan, hoşnutsuzluk göstermeden, gelen belaya katlanmandır. (Cüneyd Bağdâdî)
Musibetin en değerli hediyesi Allah’a yakınlıktır. Allah'ı bulmuş bir insanın, her şeyini kaybetmiş olması dahi önemsizdir. (3)
Rabbimiz bazen, tahammül etmemizden ziyade, acz ve dayanıksızlığımızı fark edip, musibetin yaşattığı sarsıntılar içerisinde “Ya Rabbi” diyerek gönül feryadıyla gözyaşı dökmemizi murat eder. (3)
İnsanın o kadar çok sanal ve sahte yardımcıları ve destekçileri vardır ki, bu yüzden Rabbinin yardımının, desteğinin yanında oluşunu hissedemez. (3)
Nasıl bir hayat yaşamış, ne tür imtihanları tamamlamış olmayı isterdik? Hiçbir engel ve zorluğun olmadığı bir ömür mü, yoksa amansız şartların üstesinden gelmiş bir ömür mü? (3)
Hayattaki zorluk ve musibetler sabrın ve hatta şükrün vesileleridir. (3)
Eğer fakirlik, hastalık ve ölüm olmasaydı, insanoğlunun kibirden başı eğilmez olurdu. (Hasan-ı Basri)
Saadet, hayatı olduğu gibi kabul edip, insana yüklediği yüklere razı olup, bunun daha iyi olması için gayret etmektir. (Filibeli Ahmet Hilmi)
İnsan, altından kalkmaya gücünün yetmeyeceği musibeti, Rabbimizin dilemesiyle rahatlıkla atlatabilir. (3)
Bu derece zayıf olan insanın, bunca musibetler karşısında beliren hakiki görevi tevekkül ve duadır. (3)
Öldürmeyen acı, beni güçlendirir. (Nietzshe)
Duadan başka silahı kalmamış birinden daha güçlü bir ordusu yoktur dünyanın. (3)
Bazı alimler, sabrın nihai mertebesinin, musibete uğrayan kişinin musibet öncesi gündeki gibi davranması olduğunu belirtmişlerdir. (3)
Başına gelen bir şeyi sen seçmeyebilirsin ama başına gelen bir şeyin belini bükmesine göz yummamaya sen karar verebilirsin. (4)
Yaşamak için bir ‘neden’i olan kişi, hemen her ‘nasıl’a katlanabilir. (Nietzsche)
Başkasının sizi derinden sevmesi size güç verir, başkasını derinden sevmekse hakiki bir cesaret. (Lao Tzu)
Dünyada, kişinin en kötü şartlarda bile yaşamını sürdürmesine yardımcı olan en etkili şey, yaşamaya yüklediği anlamdır. (4)
Bir bireyin anlam arayışı başarılı olduktan sonra bu onu mutlu kılmakla kalmaz, ona acıyla başa çıkabilecek bir güç de kazandırır. (4)
İnsan kendi idealleri ve değerleri için yaşayabilme, hatta ölme özelliğine sahiptir. (4)
Umutsuz bir durumla karşılaştığımızda, değiştirilemeyecek bir kaderle yüz yüze geldiğimiz zaman bile, yaşamda bir anlam bulabileceğimizi asla unutmayalım. (4)
İnsan her şeye alışabilen bir varlıktır. (Dostoyevski)
İnsanın düşünülebilecek en kötü şartlara bile görülmemiş ölçüde direnip göğüs germe yetisine tanıklık etmiş bir insanım. (4)
İnsan, yaşamın olumsuz yanlarını olumlu ya da yapıcı şeylere dönüştürme yeteneğine sahiptir. (4)
Nasıl düşündüğümüz nasıl hissettiğimizi büyük ölçüde etkiler. (5)
Olumsuz iç konuşmalar üzerine tekrar tekrar düşünmekten kaçınmalıyız. (5)
Şükretme alışkanlığı kişiyi bardağı yarı boş görmekten yarı dolu görmeye döndürebilir. (5)
Küçük şeyler de dahil olmak üzere, gerçekten minnettar olduğumuz bir avuç şey için günde birkaç kez şükredebiliriz. (5)
Dünya görüşümüz, yaşamımızın ve ruh sağlığımızın en önemli yönüdür. (5)
Sevgi her hastalığın ilacıdır. (6)
Bedenimiz aslında duygularımızın “bilgisayar çıktısı” gibidir. (6)
Atlıkarıncada Bir Tur Daha, Tiziano Terzani, Pan Yayıncılık
Anti Kanser, David Servan-Scheiber, Varlık Yayınları
Dervişin Teselli Koleksiyonu, Mecit Ömür Öztürk, Hayy Kitap
İnsanın Anlam Arayışı, Viktor Frankl, Okuyan Us Yayınları
Huzuru Bulmak, J.P. Moreland, Terapi Kitap
Hastalıklar Öğretmendir, Uzm. Dr. Elif Güveloğlu, Hayy Kitap